Ahmed Arif: Oysa ben Doğuluydum

Kültür/Sanat Haberleri —

Ahmet Arif

Ahmet Arif

  • Ahmed Arif, döneminin toplumcu gerçekçi aydınları arasında, coğrafyasının bütün dinamiklerini şiir dilinde kusursuz şekilde kullanarak öne çıkan bir şairdi. Sıradan bir sosyalist şair değildi, gerçek anlamıyla bir yurtseverdi.
  • “Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben Doğuluydum..”

BİLGE AKSU

Uzun süre direnilse de milli eğitim müfredatlarına bir şekilde girmeyi başarmış bir dönemimiz var edebiyatta. 1950’li yılların, siyasi ve sosyal dinamiklerini bire bir resmedebilen, birçok şair, öykücü ya da romancı tarafından sürdürülen önemli bir akım: Toplumcu Gerçekçilik. O dönemin şartlarında kendilerini Marksist ya da sosyalist olarak nitelendirme cesaretini gösterebilmiş bu yazar ve şairlerin bir kısmı sonradan egemen ideolojinin gölgesi altına sığınmayı tercih etse de, yolculuğuna başladığı yerde devam edenler de mevcuttu. En önemlilerinden birini yad edeceğiz bugün.

Günümüzün AKP’li Türkiye’sini betimlerken kullanılan belli başlı ifadelere gülüp geçilebilecek dönemler bunlar. Baskı, zulüm, karanlık, kuşatılma, mücadele, faşizm, yobazlık, ceberrut devlet… Bu sayıp dökülen tariflerden hiçbiri, o dönemdeki sosyal ve siyasal ortamı betimlemekten de geri durmuyor. Yeni kurulmuş devletin farklı toplumsal katmanlardan ya da kimliklerden, hemen her gruba savaş açtığı, katliamların bizzat devlet temsili ağızlardan emredildiği, pogromların ve soykırım girişimlerinin üst üste geldiği bir dönem…

1940’lı yılların milli şefli CHP’si, mitinglerde parmaklarla kalp yapılan bugünün CHP’si değildi haliyle. Bütün kıtayı saran sert bir faşizmin birçok ülkede kurumsallaştığı bu yıllarda, Türkiye’de olup bitenler de ötekilerden geri kalmıyordu. Tam da bu sebeple, yazının başında belirttiğim refleks ortaya çıkıyordu. Son yüzyılın en etkileyici edebi geleneğini ortaya çıkaran aydınlar, bırakın eğitim-öğretim materyallerinde kendilerine yer bulmayı, sokakta yarı tedirgin bir nefes alabilecek halde dahi değillerdi. Toplumcu gerçekçi olarak sınıflandırdığımız bu kişiler arasında tahkikata uğramayan, hapis cezası almayan hatta işkenceden geçmeyen bir isim bulmak mümkün değildi. Türkiye’den kaçmak isterken suikasta uğrayan Sabahattin Ali bir yanda, seneler boyu hapislerde dolaşıp çıkar çıkmaz kendini Karadeniz’e atan Nazım Hikmet bir yanda…

Refik Durbaş’la olan söyleşisinde belirttiklerine bakarsak, o dönemin en canı yananlarından biriydi Ahmed Arif. Malum, kendisi sosyalist olduğu yetmezmiş gibi, bir de Kürt kimlikli. Ve bunu hiçbir zaman saklamıyor. Şiirlerinde dize dize aktardığı kültürünü, yeri geliyor “Uy Havar!” nevinden söylemlerle de pekiştiriyor. Böyle bir dönemde, görece makbul sayılabilecek ‘batılı’ ve burjuva kökenli bir Nazım Hikmet bunları yaşıyorsa, Diyarbakırlı gariban bir Ahmed Arif kim bilir neler yaşar?

‘Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye’

33 Kurşun’u yazdıktan sonra aniden gelip birileri almış şairi. Uzun sorgulamalar, işkenceler. Şiiri okumasını istemişler, okumamış. Dayağın şiddeti arttıkça artmış. Sonrasını şöyle aktarıyor:

“(…)Dövdükten sonra o tellerden aşağıya attılar beni. Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye.”

Bunları bir kez de değil, çeşitli dönemlerde tekrar tekrar yaşayan, hapislerde şiirler yazan Ahmed Arif’i kendi döneminden farklı bir yere koyan dinamikler az çok bunlar. Fakat yalnızca gerçek hayatta başına gelenlerle sınırlı tutamayız bu ayrışmayı. Onun şiir dilinde ve içerik seçiminde de belirgin farklar ortaya çıkıyor.

Hemen herkesin sahiplendiği şiirlerinden biri örneğin, Anadolu’dur. Bu şiiri ortalama bir edebiyat okuyucusu de benimser, milliyetçi bir liseli genç de. Özellikle son kısımlarda artan coşku ve sert dil ise bu kez solcularımızın kalbini çalar. Böyle arka arkaya sıralayınca, günümüzün popülist tasarımlı üretimlerinden söz ediyor gibi olduk ama işte Ahmed Arif’te bu refleks tamamıyla doğaldır. Nuh’a beşikler veren Anadolu’yu da sever o; kardeşliğin, çalışmanın, beraberliğin hüküm sürdüğü Anadolu’yu da… Birden isyanını yükseltir, ne İskender takar ne şah ne sultan; ama Pir Sultan’ı, Bedrettin’i de unutmaz. Öğüt verir, tükür yüzüne celladının der, ardından kızların ve oğlanların namuslu, genç elleriyle nasıl yeniden yaratılacağını müjdeler.

‘Firari güvercinler su başlarında’

Birçok mecliste, kimisi serbest kimisi resmi tartışmalarda adını koyamadığımız bir şeydi bu gençken. Nasıl oluyor da Ahmed Arif, bu coğrafyayı bu kadar severken hiçbir zaman milliyetçi gibi görünmüyor? Hani aslında bildiğimiz de bir kavramdı, oraya hemen yerleştirebilirdik ama aklımıza gelmemiş. Evet, cevap ‘yurtseverlik’… Ahmed Arif’i diğerlerinden ayıran en önemli öz, egemen ideolojinin vitrine koyduğu kavram setlerine sığmaması. Vatanı, bayrağı, dili, ülke sınırlarını aşan bir kimliğe ulaşmış olması.

40’lı yılların en karanlık olaylarından biri yaşandığında henüz 20 yaşındaydı şair. Van-Özalp’te, sınırın sıfır noktasında 33 kişinin kurşuna dizildiği olay, evvela üstü örtülerek saklandı yıllarca. Fakat rivayete göre kurşuna dizilenlerden birinin sürünerek İran’a kaçması ve olayı bir mektupla anlatması üzerine konuşulmaya başlandı. Dönemin muhalif partisi Demokrat Parti’ydi. Meclise verilen gensoru önergesi üzerine olay aydınlatıldı. Emri veren Mustafa Muğlalı tutuklandı, önce idama mahkum edildi ardından yaşı gerekçe gösterilerek hapishaneye gönderildi.

Şiire öyle bir giriş yapıyor ki Ahmed Arif, olayın yaşandığı coğrafyayı gezdiriyor önce bize. “Bu dağ Mengene dağıdır / Tanyeri atanda Van'da / Bu dağ Nemrut yavrusudur(…) Doruklarda buzulların salkımı / Firari güvercinler su başlarında / Ve karaca sürüsü / Keklik takımı...”

Buna benzer bir dili Nazım Hikmet’te de görürüz. Özellikle Kuvayı Milliye Destanı’nda. Fakat o şiirin devamı, aslında bu olayın faillerinin de içinde bulunduğu bir zümreyi, paşaları övgüye düzerek ilerler. Ahmed Arif’te ise egemenle empati hiç yoktur. Şiir, böyle etkileyici bir betimlemeden sonra, asıl konuya bir şimşek gibi girer. “Yiğitlik inkar gelinmez / Tek'e - tek döğüşte yenilmediler(…)Turna sürüsü değil bu / Gökte yıldız burcu değil / Otuzüç kurşunlu yürek / Otuzüç kan pınarı…”

Bu olaya dair yazdığı bir başka şiiri, o dönem Attila İlhan’ın bir derlemesinde yayınlanmış. Adı Rüstemo. Fakat kendisi bu şiiri çok da beğenmediğinden, şiir kitabına dahil etmemiş. Ama yaşanan katliamın onda yarattığı derin hisleri anlatması bakımından önemli bir bilgi bu.

‘Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri’

Ahmed Arif bir yandan, dünyanın geri kalanında nelerin yaşandığına da epey meraklı. Şiirlerine yüzeysel olarak bakan biri, durduk yere neden atom güllerinden, fizikten ve olasılıktan bahsettiğini belki anlamaz. Ama işte Ahmed Arif bu kavramları da bir karşıtlığı netleştirmek için kullanıyor. Uy Havar’da geçen şu iki dize örneğin: “Düşün, uzay çağında bir ayağımız / Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri…” Şairin, dünyanın neresinde durduğuna dair müthiş bir anekdot. Ve elbette o dönem Türkiye’sinin. Bir yanımızda uzay savaşları ama bir yanımızda naylon çoraplı, çizmeli ya da yalınayak, pamuk ve tütün işçileri. Yaşar Kemal’in, mağaralarda yaşayan ve medeniyeti asla görmemiş köylüleri anlattığı coğrafya. Kürdistan coğrafyası.

Döneminin şehirli şairlerinden kendini ayrıştırması da bu minvalde olmuş. 40’lı yılları kasıp kavuran Garip Akımı örneğin, ona göre ‘faydasız’ bir uğraşmış. Bir söyleşide şöyle demiş:

Oysa ben Doğuluydum’

“Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben Doğuluydum. “Az gelişmiş” değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun, bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı.”

İşte toplumcu gerçekçi bakışın, damıtılmış bir özü. Ve muhteşem bir karşı çıkış bu. Yeni nesil şiirin, eski kalıplardan kurtulma sanrısıyla yarattığı yepyeni ve boş içeriğin harika bir eleştirisi. Ki bu eleştiriye en çok hakkı olanlardan biriydi Ahmed Arif. Çünkü gündelik hayatı şiire konu edinenler yalnızca Garipçiler değildi. En başta Ahmed Arif de yapıyordu bunu. Adiloş Bebe, kendisinin büyük bir mutlulukla haberini verdiği, biricik yeğeniydi mesela. Ama tam da kendine özgü bir yolla veriyordu bu haberi. Önce Diyarbekir Kalesi’nden, Dicle Suyu’ndan, soğuk zemheriden bahsederek. Anasının, bacısının garibanlığından dem vurarak. “Hamravat Suyu dondu / Dicle’de dört parmak buz(…) Anam sır gibi saklar siyatiğini / ‘Yel’ der, ‘Baharın geçer’ / Bacım, ikicanlı, ağır / Güzel kızdır bilirsin / İlki bu, bir yandan saklı utanır / Ve bir yandan korkar / Ölürüm deyi / Bir can daha çoğalacağız bu kış / Bebeğim, neremde saklayayım seni / Hoş gelir / Safa gelir / Ahmed Arif’in yeğeni”

Şiirin son kısmı daha popüler. Bilirsiniz. Adiloş bebe’ye verdiği öğütler yani. Yeni doğmuş bir Kürt bebeğine yapılması gereken bir oryantasyon. Ön hazırlık. “Bunlar engerekler ve çıyanlardır / Bunlar, aşımıza ekmeğimize / Göz koyanlardır / Tanı bunları / Tanı da büyü…”

Yazı uzamasın, malum yerimiz dar. Kendisinin külliyatını incelemek de hoşuma giderdi ama başka zamana kısmet.

Toplumcu gerçekçi bir yurtsever

Ahmed Arif, döneminin toplumcu gerçekçi aydınları arasında, coğrafyasının bütün dinamiklerini şiir dilinde kusursuz şekilde kullanarak öne çıkan bir şairdi. Kadim Anadolu toprağı, göçerler ve çiftçiler, ırgatlar ve işçiler, atom fiziği ve olasılıklar; onun yaratmaya çalıştığı kent-köy karşıtlığına, sınıfsal vurguya hizmet etti hep. İşte bu sebeple şiirleri sayısız şarkıya güfte oldu, birbirine hiç benzemez kitlelerden hayranlar edindi. Ahmed Arif sıradan bir sosyalist şair değildi, gerçek anlamıyla bir yurtseverdi. Ölümünün 32. yılında, kendisini bir kez daha saygıyla anıyorum.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.