Diyarbakır Zindanı sadece bir zindan değil
Dosya Haberleri —
- Diyarbakır Zindanı'nın çevresinde yaşayan esnaf ve Bağlar sakinlerine kültür merkezi fikrine karşı çıkıyor. Müze fikrine daha sıcak bakan Bağlar sakinleri, bu fikre de şerhini düşüyor çünkü zindanın onların hayatı üzerindeki etkisi çok başka.
- Amed’deki zindanın temellerinin atıldığı günü bile hatırlayan ve o zamandan beri zindan çevresinde yaşayan Ayhan Kaş, hem devlete hem de kendisinden önceki kuşağa öfkeli. Kaş: "Hepsinin ayaklarında prangalar vardı. Onlara bakmamıza izin vermiyorlardı."
- Kültür merkezi fikrine tepki gösteren Baran B. İse: "Var olan hafızanın, mekânın artık daha fazla kitlelere yansımasını istiyoruz. Sadece civardaki halkın değil, buraya gelip gören herkesin o hafızayı, o duyguyu yaşaması gerekiyor. Yoksa klasik bir arkeolojik müze gezer gibi gezilecek bir müze olmasını da istemem."
MİHEME PORGEBOL
Türkiye ve Kurdistan’ın iç içe geçmiş, savaş ve direniş dolu tarihinin en önemli mekanlarından biri Diyarbakır Zindanı. Devletin en vahşi yüzünün sergilendiği bu zindan, barbarlığa karşı en güçlü direnişin sergilendiği mekan oldu. Devlet, Esat Oktay Yıldıran ve işkenceci gardiyanların şahsında temsile bürünürken Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek gibi devrimci yurtseverler öncülüğünde yükselen direniş de devletin korkulu rüyasına dönüştü. Bu devrimci önderler şahsında PKK, barbarlığa karşı halk savunmasında bir feda hareketine dönüştü. 12 Eylül ve sonrasında Diyarbakır Zindanı’nda yaşananlar başta Kurdistan’ı her yönüyle etkiledi. Yalnızca Kurdistan’ı da değil Türkiye’yi, Ortadoğu’yu ve dünyayı sarstı. Tarihin en karanlık hapishaneleri listesine girdi Diyarbakır Zindanı ve burada yaşananlardan dünyanın her yerinde devlet eliyle gerçekleştirilen en büyük vahşetlerden biri olarak bahsediliyor. Yine bu vahşete karşı gelişen direniş de devrim tarihinin en çarpıcı örneklerinden birini yarattı. Üzerine filmler yapıldı, kitaplar yazıldı, birçok dilde şarkılar ve şiirler okundu.
Zindan çevresindeki halka sorduk
Son zamanlarda Diyarbakır Zindanı bu kez de başka bir tartışmayla gündemde. Boşaltılan zindanın müze mi yoksa kültür merkezi mi olacağı ekseninde dönen tartışmalar toplumda da geniş yankı buluyor. Mevcut siyasi iktidar ve devlet odakları zindanın kültür merkezine dönüşmesi için hazırlıklara başlarken halk ve muhalif cephe de “illa bir şey yapılacaksa müze yapılsın” diyor. Biz de on yıllardır zindan çevresinde yaşayan esnaf ve Bağlar sakinlerine kulak verdik. Zindan çevresinde yaşayan halk, kültür merkezi fikrine karşı çıkıyor. Müze fikrine daha sıcak bakan Bağlar sakinleri, bu fikre de şerhini düşüyor çünkü zindanın onların hayatı üzerindeki etkisi çok başka.
Oyun alanına hapsedilmek
Diyarbakır Zindanı’nın temellerinin atıldığı günü bile hatırlayan ve o zamandan beri zindan çevresinde yaşayan Ayhan Kaş, hem devlete hem de kendisinden önceki kuşağa öfkeli. Kaş, bugün zindanın karşısındaki sokakta çoğunlukla Kürt ulusal kıyafetleri diken bir terzi dükkanı işletiyor. Zindanla kurduğu ilişkiyi sorduğumda tarif edemediğim bir hüzünle gülümsüyor ve başlıyor anlatmaya: “Temelleri atıldığında cezaevi yapıldığını bilmiyorduk. Henüz 8-10 yaşlarındaydık. İnşaat alanına gidip oyun oynarken bir yandan da ne yapılacağını merak ederdik. Çok büyük bir inşaattı. İnşaat ilerledikçe biz de büyüyorduk. Cezaevi yapılacağını çok sonradan anladık. Üzerine 12 Eylül darbesi de geldi. İşte o zaman cezaevinin gerçek misyonunu anladık. Evet, bir şeyler döndüğünü anlıyorduk ama ne olduğunu tam kestiremiyorduk. 15-16 yaşlarındayken bir anda kendimizi de o zindanda bulduk. Sokağa çıkan herkesi içeri atıyordular. Hiçbir şey anlamamıştık. Yüzümüzü duvara çevirip bir gece öyle beklettiler bizi. Tutsakları da ilk o zaman görmüş olduk. Hepsinin ayaklarında prangalar vardı. Onlara bakmamıza izin vermiyorlardı."
Önceki kuşaklara öfke
İlerleyen dönemlerde zindanda birçok isyanın çıktığını dile getiren Kaş, "Cezaevinde yangınlar çıkıyordu sık sık, pencerelerden dumanlar yükseliyordu. Tutsakların feryat ve çığlıklarını duyuyorduk. Şimdi düşününce gördüklerimiz karşısında çok sessiz kaldığımızı düşünüyorum. Şimdiki gibi bilinçli değildik. Büyüklerimiz de farkında değildi birçok şeyin. ‘O kadar çığlığa rağmen neden kimse o gençlere sahip çıkmadı’ diye soruyorum her gün kendime. Tamam, biz çocuktuk ama ailelerimiz, büyüklerimiz neden onlar için hiçbir şey yapmadı. Mahkumlar çatılara çıkıyorlardı, duvarları parçalıyorlardı, canlarını veriyorlardı. O binadan birçok cenaze çıktı. Cezaevine bir araba giriyor öbürü çıkıyordu. Sürekli hareketliydi. Büyüklerimizin anlaması, bir şeyler yapması gerekiyordu. Bugün öyle bir şey olsa canımı vermem gerekse canımı verirdim" diyor.
“Aklımızdan hiç çıkmıyor o tanıklıklar”
Yaşadıklarının etkisinin hala devam ettiğine dikkat çeken Kaş, şöyle devam ediyor: "Hala da cezaevi önünden geçemem. Bu civarda oturan aileler çok uzun zamandır burada yaşıyor ve cezaevi benim üzerimde nasıl izler bıraktıysa onların da üzerinde aynı izleri bıraktı. Zaten birbirine güvenen insanlar bugün bile bir araya geldiğinde o günleri, cezaevinde yaşananları konuşur. Aklımızdan hiç çıkmıyor o tanıklıklar. Ölümleri, işkenceleri, isyanları gözlerimizle gördük. O dönem yaşananların psikolojik etkisini hala hissediyoruz. Oradaki tutsakların bizim için yani bu halk için neler yaptığını, ne bedeller ödediğini her gün tekrar tekrar hatırlıyoruz. Onlar elbette ki unutulmaz. O duvarların büyük bir etkisi var bu mahalleye, bu semte. Cezaevinin önünden her gidiş gelişimizde bedenini ateşe verenler düşüyor aklımıza. Bugün bile hala cezaevinin önünden geçtiğimde daha çocukken duyduğum çığlıkları yeniden duyar gibi olurum."
Çığlıklar eşliğinde damda bir öykü
Cezaevi kapılarına yaşlılar ve çocukların geldiğini anlatan Kaş, "Gecenin bir vakti gelip hapishane kapılarında bekliyorlardı sabaha kadar. Çoğu zaman onları eve çağırıp ağırlıyorduk. Hakkari’den, Van’dan, Ağrı’dan aileler geliyordu. Türkçe bilmiyorlardı, yol-iz bilmiyorlardı. Henüz çocuktuk ama yazın evlerimizin damında onlara yataklar yaptığımızı hatırlıyorum hala. Onları ağırlamamıza rağmen endişelendiklerini görebiliyorduk. Başlarını belaya sokmamızdan korkuyorlardı. Onların o endişelerini de asla unutmam. Fakat o dönem tanıdığım bir annenin benim üzerimde çok ağır tesiri oldu. 5 yıl boyunca çocuğunu görmeye gelememişti. O anneme anlatıyordu, biz de dinliyorduk. Yol parası bulamadığı için gelememişti oğlunu görmeye. Nereden geldiğini hatırlamıyorum ama uzak bir yerden geldiği belliydi. Yanında da küçük bir çocuk vardı. O anne hikayesini anlatırken cezaevinden çığlıklar yükseliyordu. Onun anlatımına feryatlar eşlik ediyordu. Bu anıları asla unutmayacağız" diye vurguluyor.
'Orada çok büyük değerler yitirdik'
Zindanın neye dönüştürüleceği hakkında süren tartışmaları soruyorum Ayhan Kaş’a. “Benim gözümde ister müze olsun ister kültür merkezi olsun fark etmez. Oradan her geçtiğimde o sesleri duyuyorum çünkü. Biz orada yaşananları unutmayacağız. Orada çok büyük değerler yitirdik. Müze mi olur, kültür merkezi mi olur, başka bir şey mi olur çok önemli değil benim için. Diyelim ki orada kültür merkezi oldu ve herhangi bir etkinlik yapıldı, ben oraya nasıl gidebilirim ki?” derken çenesi titremeye başlıyor, ağlamaklı oluyor: “Hiç… Yapamam, gidemem…”
Müzeye de şerh
O sırada Ayhan Kaş’ın yanında buluna Devrim Malgaz, arkadaşının ağlamaklı olduğunu görünce söze girip “Müze yapacaklarsa Kürtlerin tarihi üzerine bir müze yapılsın. Mazlum Doğan’ın koğuşunu, eşyalarını, battaniyesini koruyacakları bir müze olacaksa başımız gözümüz üstüne. Sıradan bir müze olacaksa bunu doğru bulmuyoruz. Hele ki kültür merkezi yapıp konserler vereceklerse hiç kabul etmiyoruz. Çünkü biz oraya baktığımızda bir tarih görüyoruz. Ben buralarda büyümedim ama buraya her geldiğimde ve bu binayı her gördüğümde geçmişte yaşananları hatırlıyorum. Cezaevi kapısında sıraya giren aileleri hatırlıyorum. Ailelere yaptıkları zulmü hatırlıyorum. Görüşçülere bakınca insan ister istemez etkileniyordu” diyor.
Gözünü duvardan alamamak
90’lı yıllardan bu yana cezaevi çevresinde esnaflık yapan Yaşar Bulak ise sık sık zindanın duvarlarına bakıyor benimle konuşurken. Gözü hep orada, “Cezaevi yandığı zaman mahkumların çatılara çıktığını gördük. İnsan o görüntüler karşısında ister istemez üzülüyor, haliyle biz de üzülüyorduk” diyerek başlıyor anlatmaya: “Görüşe gelen ailelerin dramlarına tanık olduk. Onları görünce de üzülüyorduk. İnsanlar cezaevi kapısında uzun sıralar oluşturuyor, çile çekiyordular. Bu tanıklıklar bizi senelerdir psikolojik olarak olumsuz etkiledi. Bu civardaki hiç kimsenin ruhsal olarak iyi hissettiğini sanmıyorum. İnsanların karşılaştığı zulmü görüyorduk. Ne olursa olsun, kim olursa olsun yaşatılanlar üzücüydü.”
Zindanın dışarıya baskısı
Konuşurken içindekileri bastırdığı ses tonundan anlaşılıyor Yaşar Bulak’ın ama yine de içindekileri anlatmaya zorluyordu kendini. Zindanın duvarlarından ayırmıyordu gözlerini “Her hafta dükkanlarımıza gelip arama yapıyorlardı. Asayiş kontrolü adı altında gelip iş yerlerimizi arıyorlardı. İsimlerimizi alıyor, liste yapıyorlardı. Bu duvarlar bile bizim psikolojimizi bozuyordu. Birkaç yıl önce buraya beton bloklar da koydular. Onlara bakıyorduk her gün. Şimdi kaldırdılar o blokları. Bloklar kalkınca sanki cezaevi kapanmış gibi hissettik. Cezaevi yangınında mahkumların çatılara çıktığını gördük. O yangında 10 arkadaş da yaşamını yitirdi. (1996) Onlara da tanıklık ettik. Kısacası cezaevinin burada olması bizi her zaman kötü etkiledi.”
Anca bu kadar iyi yanı var
Hem kendini hem beni rahatlatmaya çalıştığını düşündüğüm bir manevrayla “İyi yanları da vardı tabii” dedi birden. “Mesela aileler görüşe daha rahat ve güvenli bir şekilde gidip gelebiliyordu. Cezaevi şehrin içinde olduğu için herhangi bir olay olduğu zaman insanlar birbirine daha rahat ulaşabiliyordu. En azından aileler mahkumlarından hızlı bir şekilde haberdar olabiliyordu” diyor. İçi el vermedi muhtemelen zindanın “iyi yanları”ndan bahsetmeye ki “Ama tabii kötü yanlarının yanında bunlara iyi demek de insanın içine sinmiyor. Sürekli sesler duyuyorduk. Sürekli eylem ve slogan sesleri geliyordu bize.”
Gördüklerimizi görselerdi…
Ona da müze ve kültür merkezi üzerine tartışmaları hatırlatıyorum. Gözlerini duvardan çevirip yüzüme bakıyor ilk defa ve düşüncelerini açıyor: “Bence müze olsa daha sağlıklı olur. Çünkü kültür merkezi olursa gidip bir tur atıp çay içip gelecek insanlar. Devletin müze olmasından yana olmadığını biliyoruz. Hatta kimi insanlar hastane olsun, kimisi okul olsun diyor. Herkes farklı açıdan bakıyor meseleye. Burada 100 tane insan mı ölmüş, insanlar işkence mi görmüş kimilerinin umurunda değil. Ama müze olursa en azından burada ölen insanların, işkence gören insanların hatırası yaşar. Biz müze olmasını istiyoruz. Eminim ki müze dışında bir şeyler önerenler bizim gördüklerimizi görseydi muhakkak fikirlerini değiştirirlerdi. Onlar da müze olmasını isterdi.”
'Adlilere politik duruş katıyordu'
Haklı güvenlik kaygılarından ötürü soyadını belirtmemi istemeyen Baran B., diğer görüşmecilerime göre daha genç. 30’lu yaşlarında. Zindana yukarıdan bakan bir dairede yaşıyor. Buraya daha yakın bir tarihte yerleşmiş, bu yüzden de zindanın daha geç dönemlerine tanıklık etmiş. “Biz taşındığımızda artık bu cezaevinde çoğunlukla adli mahkumlar tutuluyordu. Ama enteresandır şehirde politik bir eylem olduğunda o gençler tam eylem saatinde pencerelere çıkıp tencere tava çalmaya başlardı. Adli mahkum olmalarına rağmen ilk onlar başlatırdı eylemi. Bu durum elbette ki benim hoşuma gidiyordu. Diyarbakır cezaevinde yıllarca süren direniş kültürünün onları da etkisi altına aldığını düşündürürdü bana. Cezaevinin geçmişi ve atmosferi adli mahkumlara da politik duruş katıyordu” diyerek Amed Zindanı'nın karakterine işaret ediyor Baran.
'O birikim hala o duvarlarda yaşıyor'
Zindanla kurduğu ilişkiyi sorduğumda da, “Biz cezaevine yukarıdan bakıp yapının içini görebildiğimiz için balkona her çıktığımda cezaevine dair duyduğum, okuduğum, izlediğim şeyler gelir aklıma. ‘Zamanının kahramanları, burada kalan büyük önderler ne yapıyorlardı? Hangi binada kalıyorlardı? Buradaki hangi havalandırmaya çıkıyorlardı?’ gibi sorular sorarım hâlâ kendime. Cezaevine dair bildiklerimi mekana bakarak somutlaştırmaya çalışırım. Çünkü yaşım itibariyle o dönemleri görmediğim için bütün figürleri fotoğraflarından ve isim olarak biliyorum. Bu cezaevinin bendeki anlamı hafızanın kendisinden başka bir şey değil. Burayı bir tarihi hafıza mekânı olarak tanımlıyorum. Benim için bir devrimci mücadele birikiminin, işkencenin mekânı. Dediğim gibi aradan 40 yıl geçmesine rağmen adli mahkumları bile politize edebilen bir mekan burası. O birikim hala o duvarlarda yaşıyor ki bugünkü adli mahkumlara bile etki edebiliyor. E haliyle bu bizim de duygu dünyamıza etki ediyor” diyor.
Nasıl bir müze olmalı?
Zindanın ne olacağına dair tartışmaları ona da soruyorum ama sanki ben hiç sormamışım gibi kaldığı yerden devam ediyor Baran, “Bu yapı sembolik bir yapı olduğu için herkes buranın ne olacağı üzerine bir şeyler düşünüyor. Hem devlet açısından hem de buranın insanı açısından sembolik bir yapı burası. Herkes kendi ideolojisine, kendi hafızasına göre burayı şekillendirmeye çalışacaktır. Biz buranın sakinleri olarak tabii ki hafızanın kaybolmamasını istiyoruz. Bu zamana kadar var olan hafızanın, mekânın artık daha fazla kitlelere yansımasını istiyoruz. Sadece civardaki halkın değil, buraya gelip gören herkesin o hafızayı, o duyguyu yaşayıp buradan ayrılması gerekiyor. Yoksa klasik bir arkeolojik müze gezer gibi gezilecek bir müze olmasını da istemem. Kültür merkezi olmasını hiç istemem.”