Göçmenlere rehin politikası

Dosya Haberleri —

Mülteci / Foto:AFP

Mülteci / Foto:AFP

  • Biz eskiden göçü iki faktörlü tarif ederdik; çıkış yerindeki iten faktörler ve varış yerindeki çeken faktörler diye. Son 10 yılın göçünü, iten faktörün en yüksek olduğu ama çeken faktörün hiç olmadığı dönemler olarak adlandırıyoruz.
  • Göçün bir süreç olarak dikkate alınması gerekir. İnsanları çıkışa iten nedenlerin değerlendirilmesinden tutun, göç süreci boyunca yaşananlar ve varış yeri ve sonrasındaki tüm süreci kapsayan bir zaman dilimidir göç. İnsanlar kolay kolay kendi köklerini terk etmez.
  • Rakamsal verilerle ortaya koymak gerekirse günümüzde her 30 kişiden biri doğduğu yerde yaşamıyor. Son 10 yıldır artan göçle yaklaşık 280 milyondan fazla insanın göç ettiğini biliyoruz. Bunların 6 milyonu da kamplarda yaşıyor.
  • Kamplarda Kürt gençlerinin giderek intihara sürüklendikleri bir sürecin içerisinde olduklarını biliyoruz. Devletler şartları zorlaştırıp çekilmez hale getirebilir, devletler insanların canına kastedebilir, halkları savaştırabilir. Peki biz ne yapıyoruz?

DENİZ BABİR

Göç, küresel ölçekte yaşanan en belirgin siyasal, sosyal ve ekonomik dönüşümlerden biri. Özellikle son yıllarda dünya genelinde kitleler, ekonomik sorunlar, siyasi baskılar, savaşlar ve çevresel değişiklikler gibi nedenlerle bulundukları bölgeleri terk ederek yeni bir hayat arayışına giriyor. Ancak göçmenler, bu süreçte karşılaştıkları zorluklarla da baş etmek zorunda. Devletlerin göç politikaları bu zorlukları daha da derinleştirirken, sınır kontrolleri, başvuru süreçleri ve Nazi kamplarını aratmayan mülteci kampları mültecilere dönük yürütülen düşman politikasının yansımaları olarak karşımıza çıkıyor.

Sınır, mültecilik ve göçmenlik konusunda uzman Prof. Neşe Özgen ile mülteciliği, göçü, mültecilerin varış ülkelerinde maruz kaldıkları uygulamaları ve Türkiye’nin göç politikalarını konuştuk.

İlk olarak göç olgusuyla başlayalım. Göçü nasıl tanımlıyorsunuz?

Öncelikle şunu vurgulamak gerekir; göç yalnızca bir çıkış ve varış yeri olarak ele alınamaz. Göçün bir süreç olarak dikkate alınması gerekir. İnsanları çıkışa iten nedenlerin değerlendirilmesinden tutun, göç süreci boyunca yaşananlar ve varış yeri ve sonrasındaki tüm süreci kapsayan bir zaman dilimidir göç. Son yüzyıl göçler çağı olarak adlandırılıyor. 1890’lardan itibaren başlayan büyük kitlesel göçler hala devam ediyor. Bu yüzden bazı uzmanlar göçün aslında normal bir şey olduğunu, insanların devamlı hareket içerisinde olduğunu, göçü bir sebep-sonuç ilişkisi olarak ele almamak gerektiğini söyleyerek son dönemde yaşanan büyük göç kırımını ve kıyımı hafifletmeye neden olabilecek bazı gerekçeler öne sürüyorlar. Son dönemin ne kadar ve neden bu kadar farklı olduğunu anlatmadan, bilmeden göç meselesini bu kadar basit ele almak çok mümkün değil. Rakamsal verilerle ortaya koymak gerekirse günümüzde her 30 kişiden biri doğduğu yerde yaşamıyor. Son 10 yıldır artan göçle yaklaşık 280 milyondan fazla insanın -bu sayıyı tamamen tespit edemememiz de ayrı bir göç sorunsalıdır- göç ettiğini biliyoruz. Bunların 6 milyonu da kamplarda yaşıyor.

 

Neşe Özgen

 

Peki bunların kaçı zorunlu göç?

Tümü. Şöyle söyleyeyim; bizim aslında yasal olarak en fazla yararlandığımız, sürekli atıfta bulunduğumuz ama bir yandan da elimizi kolumuzu bağlayan bir sözleşmemiz var; 1951 Cenevre Sözleşmesi. Cenevre Sözleşmesi, özel iki maddeyle siyasi göç meselesini ‘devletler tarafından zorbalanmış’ olmaya ve bunu da politik yer değiştirme meselesine bağlar. Dolayısıyla bunun dışında kalan göçler devletlerce kolaylıkla ekonomik göç, çıkar göçü, nedensiz göç gibi adlandırılabilir. İnsanlar kolay kolay kendi köklerinin olduğu, yatırım yaptığı, en az üç kuşaktır yaşadığı topraklarını, yurtlarını, mezarlarını terk etmezler. Ekonomik, çıkarcı, nedensiz gibi damgalanan göçlerin tamamı zorunlu göçtür. Bir grup araştırmacıyla bizler Cenevre Sözleşmesi’ne tüm göçlerin zorunlu olduğunu kabul eden bir madde eklemek istiyoruz. Özellikle liberal hukukun içerisinde kalmaya çalışan bu teknik ne kadar geçerli olabilir ondan çok emin olamıyoruz. Bunun için siyasi baskı gerekiyor. Yine de bu çalışma bizim görevimizdir ve yapacağız.

Bir diğer mesele de iktisadi göç, çıkar göçleri, gerekçesiz göç gibi adlandırılan yani politik zorlanmalar nedeniyle zorunlu göçe tabi olmayan mültecilerin tamamını biz şu anda kıta Avrupası’nın son 10 yıldır yürüttüğü göçmen karşıtı politikalar üzerinden değerlendirip konuşuyoruz. Dünyanın farklı yerlerindeki iklim göçlerini, kuraklık göçlerini, mülksüzleştirildiği için göç etmek zorunda kalan göçmenlerin kitlesel göçünü henüz görmedik. Önümüzdeki dönem bu büyük kitlesel göçlerin de kapısını aralanacak. O zaman bu göç meselesini çok daha farklı değerlendirmemiz gerektiği ortaya çıkacak. Aslında dünya kalktı yürüyor. Turistinden gurbetçisine, kısa süreli iş bularak çalışmaya giden mevsimlik iş gücünden, uzun süreli planları olanlara, eğitim için gidenlere, sermaye aktarımı yapanlara kadar yaşanan hareketi göç meselesinin çok dışında tutuyoruz. Onları da bunun içine almak lazım. Henüz gördüğümüz bunun çok küçük bir parçası.

 

 

Son yıllarda Avrupa'nın göç politikaları ve sınır güvenliği uygulamalarında ne gibi değişiklikler yaşandı ve bu değişimler göçmenleri nasıl etkiledi? Özellikle Frontex’in rolü ve sınır güvenliği stratejilerinin mültecilere yansımaları nasıl oldu?

Kıta Avrupa ülkeleri ve İngiltere ciddi bir devletçi engelleme politikası geliştirdi. Bunu Avrupa Birliği aracılığıyla da yaptılar. Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı (Frontex) uzun bir süredir endüstrileştirilmiş pushback (geri itme) sistematiğinin askeri, militer, zorba kısmı. Frontex, Avrupa Parlementosu’na(AP) bağlı, silah harcamaları, harcama sonuçları ve kayıtları sadece AP tarafından denetlenebilen dolayısıyla ülkeleri denetim mekanizmalarından bağımsızlaşan Avrupa’nın iç-dış kara ve hava sınırlarını korumakla görevlendirilmiş dünyanın en büyük ordularından bir tanesi şu anda. Avrupa devletlerinin de çok işine gelen bir sistem bu; kendi ülkelerinin ordularını suça bulaştırmadan sorumluluktan kaçabiliyorlar. Frontex, Türkiye sınırları da dahil olmak üzere Avrupa’nın dış ve iç sınırlarında teknik donanımlar edinerek ve çok ileri silahlar kullanarak mülteci ‘pushback’i yapıyor ve sınır güvenliğini sağladığını iddia ediyor.

Açığa çıkarabildiğimiz en korkunç katliamlardan biri geçen yıl Pylos’ta gerçekleşti. Yunan sınır güvenliği ile Frontex’in sorumluluğu sürekli birbirine atarak sorunu görmezden gelmesiyle 700’den fazla insanı taşıyan ahşap bir tekne 48 saat içerisinde battı ve en az 600 kişinin öldüğü büyük bir katliam yaşandı. Yalnızca 139 kişi kurtarılabildi. Kurtarılan göçmenlerden 9’u suçlanarak hapsedildi. 11 aylık hapis sürecinin ardından Yunanistan, İtalya ve Avrupa’daki insan hakları savunucuların çabası ve siyasi faaliyetleri sayesinde serbest bırakıldılar.

Göçmenleri kaçakçılıkla mı suçladılar?

Yunanistan’ın, İtalya’nın ve İspanya’nın sıklıkla uyguladığı bir yöntem göçmenleri kaçakçılıkla suçlamak. Eğer göçmenlere su veriyorsanız, teknede bir telefonunuz varsa ve ailenizle iletişim kuruyorsanız o zaman göçmen kaçakçılığıyla suçlanıyorsunuz. Göçmen kaçakçılarının botlara binmediğini tüm devletler bilir. Göçmenleri kaçakçılıkla suçluyorlar çünkü bir fail bulmaları gerekiyor. İnsanları yerinden eden, yokluğa düşüren, siyaseten yok olmaya mahkum eden, mülküne çöken, çıkış yerindeki devletlerin ekonomik, siyasi, günlük şiddetiyle devam eden bu sistem; göçmene kaçak bot kiralamaktan, göçmeni merdiven altı işletmelerde çalıştırmaya kadar giden süreçten beslenir. Göç yolunda kaçakçının aldığı parayla süreklileşir. Varış yerinde göçmen kaçakçıları, tecavüz failleri, kamplarda süren illegaliteyle de beslenir. Aynı zamanda bu kamplara yiyecek, içecek tedarik eden o ülkelerin ordu sistemleriyle de beslenir. Orada bir şekilde güvenlik meselesine hapsedilmiş bir politikayla göçmenin tüm sistematiği onu emen bir canavara dönüşür.

Bir göçmenin varış ülkesine ulaştıktan sonra orada tutunabilmesi en az bir kuşak sürüyor. Uzun karanlık bir tünel bu. Ailelerinden en az bir kişiyi bu yolculukta kaybediyorlar ve bir kuşak tüm bu süreç boyunca harcanıyor. Çıkış yerindeki tüm varlıklarını kaybediyorlar, yol boyunca borçlanıyorlar ve geriye para göndermekten ziyade, bulundukları yerlerde tutunabilmek için yatırım yapmak zorunda kalıyor. Öte yandan bir göçmenin varış yerine yerleşmesine -ilk 5 yıl- kadar geçen süre içerisinde harcadığı tutar toplam 30 bin dolar civarında. Bu ya geride bıraktığı ailesi tarafından sağlanıyor ya da borçlanıyor. Bu para çıkış yerindeki ülkeye değil varış yerindeki ülkeye ödeniyor. Bütün ülkeler o zamana kadar hiçbir yatırım yapmadıkları gencecik bedenleri, bir yandan tüm bu yatırımlar aracılığıyla, bir yandan da gelecekleri açısından sömürüyorlar. Biz göçmenin geleceğinin sömrüsünü konuşurken aslında geçmişinin nasıl sömürüldüğünü dikkate almıyoruz.

 

 

Türkiye’nin göç politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin göç politikasından söz ederken AKP politikasından söz etmek gerekir ancak biraz daha geriye gitmekte fayda var. Çünkü daha önceki politikalar da pek iyi politikalar değil. Örneğin, 1940’larda Bulgaristan doğumlu Türklerin devlet tarafından Trakya bölgesine getirildiği dönemler var. Edirne’de böyle ailelerle konuştum. Bu ailelerin erkekleri MİT tarafından Türkiye’ye yerleştiriliyor ve ajanlaştırılıyor. Bulgaristan’da kalan aileleri üzerinden tehdit edilerek uzun yıllar MİT tarafından kötü şartlarda kullanılıyorlar. Aileler de Bulgaristan devleti tarafından baskı görüyor. Devlet, gelenin mutlaka ajan olduğu, gidenin Türkiye’yi istemediği üzerine temel bir göç politikası yürütüyor. İster Türk soylu olsun ister olmasın gelenlere her zaman bir eziyet yaşatılıyor. Özbekistan’dan gelenler buna bir örnektir; yıllarca Ankara’da sefil halde yaşadı insanlar. Ne oturum ne vatandaşlık alabildiler. Yine 1929’larda Yunanistan’la yapılan nüfus değiş tokuşu bir örnektir. Göçün geldiği yere nasıl yerleştirildiği, ona nasıl davranıldığı, kaçıncı sınıf vatandaş olarak görüldüğü önemli başlıklar.

AKP ile ne değişti? Ya da değişmedi?

Her ne kadar zaman zaman göçü din kardeşliği üzerinden yürütse de AKP’nin politikası göçmeni bir rehine olarak görmekten ibaret. Göçmene hiçbir zaman insan gözüyle bakılmadı. Sınırlarımızda komşu olduğumuz ülkeler değişti; adları, yapıları, rejimleri, nüfusları değişti ama Türk devletinin sınırları dışındaki herkesi düşman olarak görme politikası bir türlü değişmedi. Türk devletinin göçmene yaklaşımı sınır politikasına yaklaşımıyla aynıdır. AKP döneminde buna bir de faydalanma politikası eklendi. Göçmenleri kaydetmeyerek, onları misafir statüsünde tutarak; vatandaşlık veya oturum hakkını sadece kendi yandaşlarına, beslediği cihatçılara ya da siyaseten kullanabileceklerine bahşetmek AKP’nin politikasıdır. AKP göçmeni istediğinden, sevdiğinden muhafaza etmiyor; tamamen çıkar politikasının aracı olarak görüyor. Bu kötü politikanın sonunda MHP’nin ve diğer faşist partilerin ve tarafların kışkırtmalarıyla geçtiğimiz günlerde bir pogrom yaşandı. Bunun MHP’nin kapatılmasına kadar gidebilecek Sinan Ateş cinayetiyle ilişkisini kurmak mümkün. MHP ve diğer ırkçı güçler bu davayı hasır altı etmek için ellerinden geleni yapıyorlar ve Türkiye içinde bir iç savaş çıkarmaya çalışıyorlar. Kurban edilebilecek, en kırılgan kesimlere çok ciddi saldırılar var ve bu saldırılar aracılığıyla toplumu bölmeye çalışma halindeler. Pogromlar, sokak hayvanları ve maçlarda yapılan ırkçı bir işareti Türkiye’nin sembolü gibi dayatma gayreti gibi. Bunlar şimdilik yatıştırılmış gibi görünüyor ama mültecilere dönük saldırılara dikkat etmemiz gerekiyor.

Peki sol-sosyalist kesimlerin mültecilere dönük yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mülteci politikalarının mevcut sınıf yapısı üzerindeki etkileri nelerdir? Özellikle işçi sınıfı göçmenlerine…

Türkiye’de solun ya da demokratların da mülteciler konusunda doğru bir tavır aldığını düşünmüyorum. Sol-sosyalist kesimler ya da sosyal demokratlar mülteci meselesini bir tür ‘side effect’ (yan etki) olarak görüyorlar. Genel politikalarına ek olarak bir de mültecilerden bahsetmek gerekiyormuş gibi davranıyorlar. Halbuki yeni işçi sınıfı göçmenlerden de oluşuyor. Dolayısıyla işçi sınıfı politikalarına mültecilerin de dahil edilmesi gerekiyor. Sınıf politikası izleyen sol partiler de kimlik politikası izleyen partiler de, sınıf ve kimlik politikasını kesişimsel olarak birlikte izleyen DEM Parti de mülteci politikası noktasında sınıfsal meseleyi göz ardı ediyor. Nasıl Türkiye halkı imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle değilse ki buna tüm sol ve demokratlar itiraz ediyor. Gelenler de sınıfsız, kaynaşmış bir örnek insan değiller. Bizim gördüğümüz, sokaktaki grup aslında yardıma ve desteğe en fazla ihtiyaç duyan ve en kolay entegre olan gruptur. Onun dışında biz diğer sınıfları görmüyoruz. Çünkü biliyoruz, önce zenginler çıkar. Ülkede bir sorun olacağına, karışıklık çıkacağına dair bilgileri vardır. Onlar hiçbir zaman bir nefret saldırılarının hedefinde olmazlar. İkinci grup olarak en çaresizler çıkar. Bu kitlesel çıkış, en zorunlu en çaresiz çıkıştır. Yollarda hırpalanarak, ölerek, sürüklenerek dağılarak varış yerine varırlar ve en az bir kuşak tutunmaya çalışırlar. Biz bu grupla ilgiliyiz. Üçüncü çıkanlar ise profesyonel meslek sahipleri, beyaz yakalılar, orta sınıflardır. Bunlar ilk iki grubun yerleştiğini görürler. Diasporik siyaset olarak üst sınıf siyaset yapmaya başlamıştır zaten. İkinci çıkan grup yerleşmiştir, kendi kültürüne dair komüniteler kurmuştur. Dolayısıyla orta sınıf da çıkmak için kendini rahat hisseder. Biz birinci ve üçüncü gurubu hiç görmüyoruz. Bizim gördüğümüz ortadaki en kırılgan gruptur. Dolayısıyla insan hakları politikasının yanında bir sınıf politikası da olmak zorunda.

 

 

Göçmenler varış ülkesine geldiklerinde onları neler bekliyor?

Biz eskiden göçü iki faktörlü tarif ederdik; çıkış yerindeki iten faktörler ve varış yerindeki çeken faktörler diye. Son 10 yılın göçünü, iten faktörün en yüksek olduğu ama çeken faktörün hiç olmadığı dönemler olarak adlandırıyoruz. İnsanlar gittikleri yerlerde kendilerini ne tür zorlukların beklediğini biliyorlar. Bilinçsizce göçe kalkışılmıyor ama iten faktör o kadar yüksek ki çıkmak zorundalar. Ben son dört-beş yıldır mülteci kampları çalışıyorum. Ziyaretlerimiz oluyor. Kıta Avrupası ülkeleri, kampları mümkün olduğunca kötü koşullarda tutarak geleni ne kadar kötü karşılayacaklarının işaretini başta veriyor. Kampları sanki bir tür varış yeriymiş gibi gösteriyorlar. Sanki kamplar göçün bir devamı değilmiş de insanlar kabule başlanmış gibi bir algı da yaratıyorlar. Bu iki algı birbiriyle çelişse de göçmeni cezbediyor. Şartlar çok kötü ama bir yandan da gelmişsiniz artık. Aslında pushback, kamplardan deport -geri gönderilme- oranları çok yüksek. 2021’deki Dublin Sözleşmesi değişikliğiyle artık ailenizin buraya gelmesini sağlayan koşullar da büyük oranda egale edildi. Geçen yıla kadar Almanya, gönüllü geri göndermeyi uyguluyordu; uçak parası ve biraz ‘harçlık’ veriyordu. Şimdi onu da kestiler. Çok kısa sürede çok yüksek red oranıyla hemen geri göndermeye çalışıyorlar.

Her tür ağır politikanın ilk uygulanışını biz İtalya ve Yunanistan’da görüyoruz. Yunanistan’da son bir aydır 7 ila 15 gün içerisinde başvuru sonuçlandırma programı başladı. Kampa yeni gelmiş bir göçmenin bir hafta içerisinde bütün bilgi ve dokümanlarla, orijinalleriyle ve çevirileriyle, koşullarını kanıtlayarak mahkemeye çıkıp iddialarını ispat etmesi mümkün değil. Bu geri göndermeleri meşrulaştıran bir uygulama. Öte yandan Almanya’da hala bekletme politikası var. Bu politika göçmenlerin yıldırılması için uygulanan en önemli politikalardan biri ve yıllar sürebilir. Yunanistan’da bu bekletme 3 yıla kadar sürüyor. Almanya’da ise geçmişte 3-6 ay arasında sonuçlanacağını bildiğimiz başvurular 2 yıla kadar uzatılmaya başladı. Göçmen 3 ay kampa alıyor. 6 ayı geçince onu eve (heim) almak zorunda. Daha sonra yer bulamadığı için başka bir eve gönderiyor. Sonra tekrar 2 ay başka bir eve sonra tekrar başka bir eve… Bu böyle sürüp gidiyor. Yani bulunduğunuz yerde yerleşme, insan tanıma, kendini ifade edebilme şansını hiç vermeden ve sizi her yerde yeni olduğunuz için kırılgan durumda bırakarak gezdiriyor ve bu 2 yıla kadar sürüyor.

 

 

Mülteci kampları üzerine çalıştığınızı söylediniz. Kampların durumu nedir? Göçmenler hangi koşullarda yaşıyor?

Almanya’daki ilk karşılama merkezleri ve kamplar ağırlıklı olarak eski Nazi çalışma kamplarının olduğu yerlerde yapılmış. Bu Almanların çok dikkatini çekmiyor ama gerek yerleşim kolaylığından gerek oralarda daha önceden bazı tesisler bulunduğundan Alman devletinin işine geliyor. Ancak çevredeki yerleşim, kampa karşı tavrını birkaç kuşaklık birikimden alıyor. Bunun yanında kampı yerleştirirken o çevredekilerin onayı alınmıyor. Ne yerleşimin çıkarları gözetiliyor, ne onlara özel bi fayda sağlanıyor. Bazı yerleşimler belli bir nüfus üzerinden elektrik, su gibi giderlerini sağlıyor. Fakat kampın nüfusu da buna dahil edildiğinde bu aslında kampın yerleştirildiği yerlerin aleyhine olmaya başlıyor. Bu da çevredekilerin kampa tepkili olmasına sebep oluyor. Artan nüfusa yetebilecek alt yapı sistemleri de yok. Kamplar genellikle tren yollarının ve otobüslerin son duraklarından uzak yerlere inşa ediliyor. Böylece göçmenlerin merkezlere giderek biraz da olsa kendilerini bulabilme, eğlenme, alışveriş yapma şansları yok ediliyor. Kamp içerisinde sağlık, yemek, barınma ve diğer giderler için göçmenlere ayda 37 euro verilir. Bu hiçbir şeyi karşılamaz. Dolayısıyla eğer gelen göçmenin yeterli parası yoksa bu parayla idare etmek zorunda.

Ben Bramsche Kampı’na çok sık gidiyorum. Yaklaşık 890 kişiyi kaldırabilecek kapasitesi olan kampta şu anda 2 binden fazla insan var. Dolayısıyla eski konteynerler, binalar yetmediği için şu anda tenteye geçmiş durumdalar. Her konteynerde 17 oda var ve her oda 12 metrekare. Bu oda içerisinde bulunan dörtlü ranzada 4 yetişkin kalıyor. Odada dolap namına bir şey yok, eşyalarını yatakların üzerine koyuyorlar. Sabah eğer bir bardak kahve veya çay verilmezse gün boyunca sıcak bir içeceğe ulaşma şansları yok. Hiçbir ortak alan yok. Ne çocukların oynayabileceği bir yer ne gün içerisinde oturabilecekleri bir bank var. Etrafında durabilecekleri bir masa dahi yok. Öte yandan çok güvenlikli görünmesine rağmen kampın çok karanlık yerleri de var. Tentelerin arkalarında, ağaçlar tarafından gizlenmiş çalılık, aydınlatılmamış alanlar var. Nitekim Hogir Alay’ın cenazesi o çok güvenlikli kamplardan birinde ağaca asılı halde günler sonra bulundu. Tüm bunlar kampın içerisinde oldu. Kamplarda Kürt gençlerinin giderek intihara sürüklendikleri bir sürecin içerisinde olduklarını biliyoruz. Onlara sahip çıkamıyorsak bu bizim ayıbımızdır. Devletler şartları zorlaştırıp çekilmez hale getirebilir, devletler insanların canına kastedebilir, halkları savaştırabilir. Devletler hakkında görmediğimiz, bilmediğimiz bir şey yok. Peki biz ne yapıyoruz?

 

  

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.