Oksijen’in depremi ve ‘ödüllü edebiyatçılık’
Toplum/Yaşam Haberleri —
- Çünkü hayatın kendisinden daha acıklı ve vurucu hiçbir şey yoktur. Bütün sanatlar gibi, edebiyat da buna dahildir.
BİLGE AKSU
Yaşar Kemal, Bu diyar Baştan Başa adlı kitabında, çeşitli dönemlerde Anadolu’yu gezerek edindiği izlenimleri ve insanlarla yaptığı röportajları anlatır. İlk bakışta edebi yönü azaltılmış, kuru kuruya söyleşiler bütünüyle karşılaşacağımızı zannettiğimiz bu eserin içeriği, aslında birçok edebiyat okulunda, kursunda ya da atölyesinde ders olarak işlenmeye aday çarpıcılıktadır. Çünkü 1950’li yılların Anadolu’sunu ele almanın bir yandan da moda olduğu köy edebiyatı günlerinde, Yaşar Kemal gibi bir yazarın yalnızca romancılığıyla öne çıkmadığını, gerçek hayatı ve olup bitene bakışının ne ölçüde bir sorumluluk taşıdığını bütün örnekleriyle görmüş oluruz.
Yaşar Kemal’in hem bir gazeteci kimliği, hem de sanatçı duyarlılığıyla bir araya getirdiği bu röportajlardan biri de, 1952 depreminin ardından yaşananları anlattığı bölümdür. Erzurum’da, kışın tam ortasında, ocak ayında yaşanan depremden sonra çeşitli köyleri gezerek edindiği izlenimleri aktardığı bu bölümde, köylülerin onlara verilen çadırlarda nasıl bir yaşam mücadelesi sürdürdüğünü dolaysız şekilde anlatmış Kemal. Çadırların dışını kaplayan buz ve kırağı tabakasını, içerideki yorganların buz tutup tek kalıp haline gelişini, çadırların içinde yakılan ateşlerden ötürü çıkan yangınları ve daha nicesini…
Tam da buna benzer koşullarda, çok daha yıkıcı bir depremin etkilerini halen hissettiğimiz bugünlerde şahsen aklıma en çok düşen şey bu röportajlar oluyor. Özellikle Maraş ve Adıyaman çevresinde, geceleri -18 derecenin görüldüğü köylerde sürdürülen yaşam mücadelesi, gözümde daha parlak ve daha acı bir biçimde canlanıyor. Sosyal medyaya durmaksızın düşen yardım çağrıları, henüz gidilmemiş köylerin varlığı ve nadiren de olsa bu bölgelerden gelen videolu görüntüler, 70 küsur yılda değişen şeyin yalnızca teknolojik gelişmeler olduğunu gösteriyor bize.
Depremin yarattığı görülmemiş yıkımı böyle birincil kaynakların tanıklığından duyup görmemiz yetmiyor fakat. Medyanın her zamanki tutumuyla önümüze servis ettiği ‘acıklı’ insan manzaraları da buna ekleniyor. Her türlü afette ilk iş olarak, yaşananları sembolize edecek bir mağdur arayışına giren medya, bu son örnekte de elinden geleni yapıyor. Enkaz altındaki kızının elini tutan babalar, sıkıştığı yerde helallik isteyen kadınlar, karanlık enkazın içinden aydınlığa çıktığı anda gözleri kamaşan, korkmuş ve şaşkın çocuklar… Sayısız acıklı görüntünün kolajlandığı, bol keman tizleriyle süslü acıklı video editleri…
Anlamıyor bu beyaz birey
İnsanların, yaşanan felaketlere kayıtsız kalmamak için kendine bulduğu bir yol bu. Kendi işinden gücünden artırdığı zamanlarda bir de duyarlı davranmak isteyen batılı beyaz birey, hissetmesi gereken duyguyu doğrudan hissedemediği için, böyle hizmetler de alıyor. Küçük bir şımarıklık diyebiliriz buna. Milyonlarca göçmenin, yüzlerce gemi ve botla geçmeye çalıştığı Akdeniz’de neler yaşadığını algılayamıyor bu beyaz birey. Anlaması için mutlaka bir hikaye yazılması gerekiyor. Sahile yüz üstü vuran bir Kürt bebeği, öyle bir görüntü servis edilmeden yalnızca bir istatistikten ibaretken, medyaya düştüğü anda bütün yapı unsurlarıyla bir öykü karakteri haline geliyor. Onun yaşantısı, kimliği, çevresi, ailesi, hayalleri ya da herhangi bir insani yönü, o fotoğraf karesinin bandrolü sayesinde oluşuyor. Öncesinde, karanlıkta mücadele eden ve ‘keşke orada doğmasaydı’ milliyetine mensup insanlar bunlar.
Bu akımın ortaya çıkması da ibretliktir. 1987’de bir kuyuya düşen ABD’li bir bebeğin yaşadıklarından sonra görülür bu yaklaşım. ‘Rescue of Baby Jessica’ olarak bilinen bu olayda, henüz bir yaşındaki Jessica, Teksas’taki evlerinin bahçesinde bulunan bir kuyuya düşer. Son derece dar olan bu kuyudan kurtarılması epey uzun sürdüğü için, kısa bir sürede medyanın ilgisi de buraya yönelir. Ulusal çaptaki birçok yetkili de bu ilgiyi destekleyici açıklamalar yapar ve her ABD’liyi bu durumu yakından takip edip desteklerini sunmaya çağırır. Olaylar öyle bir noktaya gelmiştir ki, CNN International’ın reyting rekorları kırılmış ve bu medya kuruluşuna, afetlerdeki insan hikayelerinin bir altın madeni olabileceği fikrini sunmuştur. Nitekim ilerleyen yıllarda, geri kalan medya kuruluşları da bu pastadan payını almak istemiş ve ortaya böylesi bir ‘sektör’ çıkmıştır.
Yaşadığımız bütün afetlerde gördüğümüz bu tutumu geçen hafta yaşanan depremin ardından da birçok kareyle görmeye devam ettik. Fakat bu kez beni şaşırtan bu karelerin hala çekiliyor olmasından ziyade, hiç beklemediğim bir grup insanın da bu trene binmesi oldu.
Ahbap-çavuş timleri
Gazete Oksijen’in yeni sayısında, deprem bölgesinden çeşitli fotoğrafların ele alındığı bir kısım mevcuttu. Bu kısımda çeşitli tanınmış edebiyatçıların, farklı görüntülere dair hislerini ağdalı bir dille yazdıklarına şaşkınlıkla şahit olduk. Yaşanan felaketin duygusal travması, bırakın depremden etkilenenleri, biz uzaktan izleyenlerde bile henüz kendini göstermemiş, meselenin sıcaklığıyla henüz ne hissedeceğimize karar dahi verememişken önümüze sunulan bu içeriklerin yarattığı etki epey büyük oldu. Twitter ve Instagram’da bu içerikleri gören yurttaşların sert tepkisi, önce malum yazarlarda bir şok etkisi yarattı. Aralarından bazıları gelen tepkilere aldırmadan, hatta daha sert bir tepkiyle karşılık verdi (yalnızca Ayfer Tunç’un samimi bir özrünü gördük). Bir süre sonra laf dalaşına dönen bu duruma gazete daha fazla sessiz kalamadı ve son derece talihsiz ifadelerle dolu bir açıklama metni yayınladı. Metinde ufak tefek hatalarının olduğunu ama eleştirilmeyi asla hak etmediklerini belirten gazetenin yanıtı, aynı zamanda Türkiye’deki kültür-sanat camiasının küçük bir özeti gibiydi. Yaptığı işi kutsal bir yere koyup yalnızca kendi penceresinden bakmayı adet edinmiş ahbap-çavuş timleri, halka ulaşan içeriklerinin neden tepki gördüğünü asla anlamıyordu.
Günün ilerleyen saatlerinde, yoğun gündemin de etkisiyle sönümlenen tartışma geride kaldı zannediyorduk ki, benim de bu yazıyı yazmama vesile olan bir başka pencere açıldı bu tartışmaya dair. Bianet’ten Ayşegül Devecioğlu, son derece üstten bir dille, bu yazarların arkasında durduğunu belirtiyor, onlara verilen tepkilerin ne edebiyattan ne de estetikten anlamayan kişilerce verildiğini ima ediyordu. Devecioğlu'na göre edebiyat, tam da böyle zamanlarda ‘yapılması gereken’ şeydi. Kalpleri yumuşatmaya değil, tam tersine yalnızca edebiyatla anlatılacak hakikati anlatmaya yarıyordu.
Devecioğlu’nun da diğerleri gibi naif bir yerden bu konuya yaklaştığını ummakla birlikte, gündelik gerçeklikten kopan edebiyat uğraşının geleceği yeri bize gösterdiği için önemli buluyorum bu yaşananları. Çünkü bütün sanatlar gibi edebiyat da, hakikatin perdesini süslemeye yahut köşelerini sivriltmeye değil, ondan yansıyanları zihnimizde yeniden yorumlamaya dayanır. Gündelik hayatı merceğine almaya başladığı realist dönemden beri sayısız savaş, afet, yıkım ya da göç yaşanmış; edebiyat da bütün bunları yazarın estetik penceresinden ele alıp yeniden üretmiştir. Fakat dün yaşananlarla arasındaki fark, sönümlenmiş ve belki unutulmaya yüz tutmuş anıların, yeni ve özgün bir yorumla, belirgin bir kaygıyla ortaya konmuş olmasıdır.
‘Fırsatçı bir akbabalar’
Maraş’taki depremin ‘acıklı’ yönü, birkaç fotoğrafçının doğru kadraj ve ışıkla aldığı görüntüye bakarak anlaşılmaz. Hele ki yansıtılmış bir gerçekliği bir de ağdalı cümlelerle, ücretli içerik sunan bir internet gazetesinde ele alma kaygısıyla hiç anlaşılmaz. Medyaya servis edilen fotoğrafın sayısı 100 taneyse, kimsenin görmediği ve bilmediği belki 100 bin başka acı vardır. Bu bağımsız, biricik, tarifi imkansız acılar, insan denen makinenin içinde öğütülüp bambaşka çıktılara dönüşmedikçe ele alınabilir hale gelmez. Yine de bunu yapmakta ısrar ederseniz, toplumun gözünde bir sanatçıdan ziyade, fırsatçı bir akbabaya dönüşürsünüz (Benim yorumum değil, gelen tepkilerin belli bir kısmında var bu benzetme).
Baudrillard’ın erken dönemde medyaya dair getirdiği eleştiriyi hatırlamakta fayda var. Ona göre, Birinci Irak ya da Körfez Savaşı aslında yaşanmamıştı. Olup bitenin hepsi, bir TV ekranında görülen imajlardı. Savaşın gerçekliğine, etkisine ya da yıkımına dair hiçbir gerçek duygu yoktu. Beyaz bireyler, zaten gerektiği zaman medya tarafından duygulandırılabiliyordu. Böyle bir yaklaşımın, orta doğuya mensup medyamızda da görülmesi, farklı şeyler aramaya itmesin kimseyi. Deprem gerçekten oldu ve milyonlarca insan gerçekten yaşam mücadelesi veriyor. Bu yazıyı yazdığım ya da sizin okuyacağınız anlarda bile. Hiç kimse, yaşanan gerçekliği birkaç süslü cümleyle daha vurucu hale getiremez. Gerçek, klavyenizin harflerinde ya da tuttuğunuz kalemin mürekkebinde değil; tam da şu an hala başını sokacak bir çadır bekleyen, ayağındaki terlikle AFAD’cılardan yardım isteyen, sevdiklerinin akıbetini henüz öğrenemeyen o insanların etrafında. Ve edebiyat gerçeklikle temas etmeye çalışacaksa, önce bu insanların rahat, huzurlu ve güvenli bir yere geçip, yazdıklarınıza bakmaya tenezzül edeceği zamanları beklemek zorunda.
Söz konusu duyarlı yazarlarımızın, paylaşılmaktan rengi solmuş fotoğraflara vasat altı yorumlar biriktirmektense, tıpkı Yaşar Kemal’in röportajlarında yaptığı gibi, görülmeyen ve hissedilmeyen acılara tercüman olmaya çalışması daha faydalı olacaktır. Onların kulübüne girmemiş ve Türkiye’nin ödüllü edebiyatçılarından olmayan bizler, hakikatin ve doğrunun bu olduğuna inanıyoruz.
Çünkü hayatın kendisinden daha acıklı ve vurucu hiçbir şey yoktur. Bütün sanatlar gibi, edebiyat da buna dahildir.