‘Avrupa demokrasilerinde kalleşlik var’
Dosya Haberleri —
10 yıl aradan sonra Paris’in orta yerinde Kürtlere dönük gerçekleştirilen ikinci katliamın yankılarını Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuştuk...
- 10 yıl önceki katliam aslında aydınlatıldı. Ne olup bittiğini biliyoruz. Laure Marchand diye bir yazar, “Üçlü Cinayet” (Triple Assassinat au 147, rue La Fayette) diye bir kitap yazdı. Kitapta olup biten her şeyin detaylarını verdi. Katliamın MİT ile ilişkilerini gösterdi. Bunun sadece “bir katilin 3 kişiyi öldürmesi’’yle sınırlanmadığını gösterdi.
- Kürtlerin mücadelesi olmasaydı cihadi hareket yenilgiye uğrayamazdı. Bu cihadi hareket bugün bile tümüyle çökmüş değil. Hâlâ Kürtler bunun mücadelesini veriyor. “Biz bu mücadeleyi verip bu kadar büyük bedeller ödedikten sonra Paris gibi bir yerde niye biz kurban oluyoruz?” tepkisini anlayabilmek gerekiyor.
MİHEME PORGEBOL
10 yıl aradan sonra Paris’in orta yerinde Kürtlere dönük gerçekleştirilen ikinci katliamın yankıları sürüyor. Katliamın Kürtlerin örgütlü iradesini hedef aldığı kuşkusuz ancak asıl kaygı verici olan, muhataplarının bu katliamları aydınlatmadaki isteksizliği. Prof. Dr. Hamit Bozarslan, bunu “kalleşlik” olarak tanımlarken ikinci Paris katliamına ilişkin “Ne olup bittiğini tam olarak bilemiyoruz şu anda fakat, her şeyden önce asıl kuşku verici olan Kürtlere dönük katliamların aydınlatılmamış olması ve bu konuda en ufak bir çabanın olmaması. Diğer yandan bu bahsettiğimiz katliamlar ilk katliamlar değil. Ondan önce Abdurrahman Qasimlo öldürüldü, Sadiq Şerefkendi öldürüldü. Onların dosyalarında da pek bir ilerleme olmadı. Yani Avrupa demokrasilerinde bir kalleşlik var. Demokrasiler, İran ve Türkiye rejimleri gibi anti-demokratik rejimler önünde rahatlıkla diz çökebiliyor” diyor.
Konuya ilişkin bir diğer kuşku verici husus olarak Avrupa’da faaliyet yürüten, Türkiye kontrolündeki paramiliter grupları işaret edip “2 yıl önce Karabağ Savaşı sırasında Avrupa’daki Ermeni binalarına karşı saldırılar yapıldı. Özellikle Lyon’da Ermenilere dönük çok ciddi tehditler geldi. Bu konuda da bir şey yapılmadı. Ülkü Ocakları’nın kapatılması dışında konunun üstüne gidilmedi. Almanya’da aynı anda iki farklı olay daha gerçekleşti. AKP’li bir milletvekilinin çok açık bir şekilde tehdit etmesi ve Alman Anayasa Savunma Komisyonu’nun hazırladığı, ülkücüleri çok açık bir şekilde terör örgütü olarak gösteren bir yayını vardı. Onlara rağmen bir şey yapılmadı. Şunu da biliyoruz bu konuda çalışan gazeteciler var. Şu anda hem konsoloslukların desteklediği dernekler, bu dernekler neredeyse birer paramiliter örgüt haline gelmiş durumda, hem de konsoloslukların kontrol ettiği camiiler teftişten muaf tutulmakta. Beni kuşkulandırdığı için ilgilendiren olgular bunlar. Bunlara karşı Avrupa demokrasilerinin çok sessiz kalması beni kuşkulandırıyor. Bunu şeyle de karşılaştırabiliriz; mesela bir konsolosluğa basit bir taş bile atanlar çok uzun bir süre hapsedilebiliyor. PKK bir terör örgütü olarak kabul ediliyor ama bu terör örgütü kavramının ne dediği kesinlikle belli değil. Yani Kürt tarafından gelen ve sığ düzeyde bir şiddet içeren tepkiler bile çok sert bir şekilde cezalandırılıyorken devletle bağı çok açık bir şekilde ortada olan terör olguları ve paramiliter yapılar görmezden gelinebiliyor” diyen Bozarslan’la katliamın yankılarını konuştuk.
Katliamdan sonra başta Fransa’da olmak üzere Avrupa’da kurumlar ve siyasetçiler Kürtlerin yanında bir imaj çizdi ancak 10 yıl önceki katliamın aydınlatılmasına dönük Avrupa’da bir çaba yok. Dolayısıyla bu destek fotoğrafının Kürtlerin haklı öfkesini dindirmek için olduğu da düşünülebilir. Siz ne dersiniz?
Samimiyetlerine inanmıyorum. Çünkü Avrupa’nın tamamında, özellikle de Fransa’da Kürtlere karşı çok ciddi bir sempati var. O yüzden az önce kalleşlik kavramını kullandım. Söz konusu olan Kürtlere ihanet, Kürtleri satmak veya Kürtlerin öfkesini dindirmek değil. Demokrasinin kendisiyle aynı cephede olanları korumaması ve onların düşmanlarına karşı mücadele etmemesidir mesele. Dediğim gibi Avrupa’da Kürtlere karşı çok ciddi bir sempati var ama Avrupa demokrasileri Kürtlere karşı sorumluluklarını yerine getirmediği için bu fotoğrafları vermekle yetiniyor.
Bu sempatinin gerekçesi sadece DAİŞ’e karşı savaş mıdır?
Bu sempatinin birçok gerekçesi var. Birincisi Kürt hareketinin ağırlıklı olarak seküler bir geleneğe sahip olmasıdır. İslamcılıktan uzak olması, Kürt hareketinde kadınların oynadığı rol vb. gerekçeleri var. Tabii Kürtler olmadan cihadi hareketlerin yenilemeyeceğinin çok açık bir şekilde tüm Avrupa tarafından, hem sağcıları hem de solcuları tarafından, kabul edilmiş olması da bunun önemli bir sebebi.
Bir diğer neden ise “ezilen halk” olgusu. Son olarak da Kürtleri ezen rejimlerin en ufak bir sempati barındırmıyor olması. Şu an Erdoğan’dan korkuluyor fakat Erdoğan’a olan sempati sıfır. Birçok açıdan İran rejiminden korkuluyor ama İran’a olan sempati sıfır düzeyinde. Burada Kürtler, Ortadoğu’da yeni bir alternatif olarak ortaya çıkıyor. Çok daha demokratik, çok daha eşitlikçi, çok daha seküler, kadın-erkek eşitliği ve toplumsal haklar açısından çok daha özgürlükçü bir toplum olarak ortaya çıkıyor. Bu konuda bir iki yüzlülükten bahsetmiyorum ama demokrasilerin sempatinin ötesine çıkmaması ve “bunlar bizimle aynı cephede yer alıyor, bunları korumak zorundayız” sonucuna varmaması esas sorun olarak duruyor.
Yanılıyorsam düzeltin; Sanırım sizin “kalleşlik” diye ifade ettiğiniz tutumun bir de bedeli oluyor. Son yıllarda Avrupa’da artan ve paramiliter gruplarca gerçekleştirildiğini düşündüğümüz birçok şiddet olayına şahitlik ettik.
Bu konuda çok dikkatli konuşacağım. Fransa ve İsveç gibi ülkeler yoğun bir şiddet üretebiliyor. Bu şiddet Fransa’da, çoğunlukla Paris’in varoşlarında yaşanıyor. Lyon ve Marsilya da bu anlamda çok kötü bir durumda. Bunların nedenlerini iyice irdelemek gerekiyor. Kamu güvenliği açısından ciddi bir kaygının olduğu kesin. Mesela Marsilya’da bunlar zaman zaman kendi aralarında birbirlerini öldürüyorlar. Zaten çoğunlukla uyuşturucu kaçakçılıkları gibi meseleler üzerinden yaşanıyor bu şiddet olayları. Bir noktaya varılmış olması mümkün. Dediğim gibi çok dikkatli olacağım bu konuda. Bunun ötesine gidip bir yorum yapmam mümkün değil.
Kürtler ve azınlıklara dönük saldırıların aydınlatılmaması ve sizin şimdi bahsettiğiniz şiddet zeminini Fransa devletinin içerisindeki kliklere bağlamak mümkün mü?
Bahsettiğim şiddet olaylarının çok büyük bir kısmı siyasi değil. Dolayısıyla Fransa devleti içerisindeki kliklerle de ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden çok dikkatli yorumlamak gerekiyor.
Bir diğer boyutuyla; son katliamın aydınlatılması için daha zaman gerekli. Ama 10 yıl önceki katliam aslında aydınlatıldı. Ne olup bittiğini biliyoruz. Laure Marchand diye bir yazar, “Üçlü Cinayet” (Triple Assassinat au 147, rue La Fayette) diye bir kitap yazdı. Kitapta olup biten her şeyin detaylarını verdi. Katliamın MİT ile ilişkilerini gösterdi. Bunun sadece “bir katilin 3 kişiyi öldürmesi”yle sınırlanmadığını gösterdi. Yine Laure Marchand ve Guillaume Perrier -ki ikisi de Fransa basınında İstanbul temsilciliği yapmış isimler- birlikte “Kurtlar Sisli Havayı Sever” (Les loups aiment la brume) diye bir kitap yazdılar. Burada ülkücüler ve MİT’in ilişkilerini dile getirdiler. Dolayısıyla aydınlanmamış bir şey yok ama aydınlanmış olmasına rağmen üzerine gidilmemesi, Türkiye’den hesap sorulmaması ya da Türkiye’nin Avrupa’daki paramiliter yapılarından bir hesap sorulmaması beni kuşkulandırıyor.
Asıl Kalleşlik dediğiniz şeyin altında da bu var sanırım?
Evet, tam olarak öyle. Bu durum diğer tüm olasılıklardan daha korkutucu bence, çünkü elde bilgi var. Yani bilgisizlikten kaynaklı bir olgu değil. Hatta ülkü ocaklarının da ötesinde, ocaklardan bağımsız olarak hareket eden ülkücülerin neredeyse tek haneye kadar sayılarını bile verebiliyorlar. Dolayısıyla söylediklerim katliamların aydınlanmamış olmasıyla ilgili değil, bu konudaki tepkisizlikle ilgili.
Katliamın Türkiye Cumhuriyeti’yle ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Benim bu konuda bir yorum yapabilmem mümkün değil. Mahkeme sürecini beklemek gerekiyor. Zaten bizim için zor olan bu. Belli bir noktada işte böyle bir suskunluğa mahkum edildiğimiz bir trajedi yaşıyoruz. Mahkeme başlamadan Kürtler olarak bir şey söyleyebilmemiz mümkün değil. Katilin Türkiye Cumhuriyeti’yle bağlantılı olup olmadığını bilemiyorum ancak bir radyo kanalı katilin MHP tarafından manipüle edildiğini dile getirmişti. Bu doğru mu değil mi bilemiyorum fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin katliamdan pek de rahatsız olmadığı demeç ve açıklamalarından çok rahat bir şekilde açığa çıktı. Katliamdan yola çıkarak Kürtlerin suçlanması “görüyorsunuz işte radikal Kürtler demokrasinizi tehdit ediyor” gibi açıklamalara başvurması, katliam onlarla bağlantılı olmasa bile katliamın doğurduğu tepkilerin bu şekilde manipüle edilmesi bundan pek de hoşnutsuz olmadıklarını gösteriyor. Bir kınama bile gelmedi.
Tüm bunlar Fransa’da aydın, entelektüel ve sanatçılar arasında nasıl karşılandı? Fransa entelijansiyası meseleye nasıl bakıyor?
Bu konuda bir yığın şey yazıldı. Tamamını takip edemedim ama sağ basının ve demokratik sola yakın olan basının ana organları bu konuya değindiler. Kürtlerin korunmasının şart olduğunu çok açık bir şekilde belirttiler. Fransa devletinin koruma sisteminin son derece yetersiz olduğunu gösterdiler. Birkaç ortak çağrı da yapıldı. Bu çağrılara çok sayıda yazar, düşünür, sanatçı ve entelektüel katıldı. Katliama çok ciddi bir tepki oluştu ama aradan bir ay geçti -ki bir ay, içinde yaşadığımız dönemde çok uzun bir süreç- ve tepkiler biraz dindi. Genel olarak yerinde tepkiler verildiğini düşünüyorum.
Kürtlerin katliam sonrasında “şiddet” bağlamında tartışılan protestoları hakkında siz ne düşünüyorsunuz ve Fransa entelijansiyası bu gösterileri nasıl değerlendiriyor? Gerçekten bir kesimin çokça dillendirdiği gibi Kürtler “öcü” gibi mi görünüyor?
Değil, kesinlikle değil. Tüm basını okumadım ama bildiğim kadarıyla şiddet olayları tek bir haber olarak o da yorumsuz bir şekilde geçti. Fransa özelinde ne Paris Belediye başkanı ne Paris Bölgesi İl İdare Heyeti Başkanı ne İçişleri Bakanı ne başbakan ne de cumhurbaşkanı Kürtleri veya Kürtlüğü suçlayan bir demeç verdiler. Her zaman olduğu gibi gösterilerin bir hak olduğunu ve bu hakkın şiddete dönüşmemesi gerektiğini söylediler. Zaten yaşanan şiddet olayları da o kadar abartılacak şeyler değildi. Fransa’da her Cumartesi günü çeşitli gösteriler yapılıyor. Her Cumartesi bu gösterilerin sonunda benzer şeyler yaşanıyor.
Elbette şiddetin olmaması gerekiyor. Kürt hareketinin bu anlamda çok dikkatli olması gerekiyor. Ama Kürtler aslında sadece öfkeyle hareket etmiyorlar. “Bu niye oldu ve ben niye kurban seçildim?” sorusunu soruyorlar.
Aynı zamanda Kürtlerin Batı demokrasisini koruduğunu da dile getirmek gerekiyor, hiç kimse söylemese de herkes biliyor ki eğer ‘İslam Devleti’ 2014 ve 2017 yılları arasında bu kadar güçlenebildiyse bunun nedenlerinden biri Türkiye’nin gösterdiği müsamaha ve işbirliğidir. Türkiye’nin sınırı cihatçıların geçişini mümkün kılan bir otobana dönmüştü. Kürtlerin mücadelesi olmasaydı cihadi hareket yenilgiye uğrayamazdı. Bu cihadi hareket bugün bile tümüyle çökmüş değil. Hâlâ Kürtler bunun mücadelesini veriyor. “Biz bu mücadeleyi verip bu kadar büyük bedeller ödedikten sonra Paris gibi bir yerde niye biz kurban oluyoruz?” tepkisini anlayabilmek gerekiyor. Dolayısıyla Kürt hareketinin çok dikkatli olması gerekiyor ama kimsenin de failden çok kurbanı suçlayıcı bir tavra girmemesi gerekiyor.
Türkiye’ye dönecek olursak; yaşananlar bağlamında Türkiye Avrupa’da nasıl bir imaj çiziyor?
Bugün Türkiye’nin Avrupa’daki imajı son derece kötü. Türkiye’nin siyaseti ne kadar hırçınlaşırsa imajı da o kadar kötüleşiyor. Bu yeni bir şey de değil üstelik. 2009’da İsrail’le yaşanan gerilimden itibaren ele alırsanız Türkiye’nin ihtilaf içerisinde olmadığı, kriz içerisinde olmadığı, hakaret etmediği tek bir ülke yok. Biz her şeyi unutuyoruz ama önce İran ve Rusya’yla sıcak savaşın eşiğine geldi. Erdoğan Merkel’i defalarca Nazizmle suçladı. İsviçre, Fransa, Hollanda ve diğer birçok ülkeye karşı aynı şekilde saldırganca söylemler kullandı. Bunları hatırlamak gerek. Türkiye’nin politikaları Avrupa’da artık tiksinme noktasına vardı. Avrupa, Türkiye’deki rejimden tiksiniyor fakat buna karşı bir adım atmıyor. Çelişki de burada. Belki de Türkiye’den korkuluyor, çünkü Türkiye’nin şu an Avrupa’da da paramiliter güçleri var. Türkiye’nin bir terör yaratma kapasitesi var. Bundan mı korkuluyor, yoksa NATO olgusu veya Ortadoğu’da daha çok gerginliğe yol açmama kaygısı mı, bilemiyorum.
Ya Kürtler?
Dediğim gibi Kürtlerin imajı çok iyi. Sadece İŞİD’e karşı mücadeleyle başlayan bir imaj değil bu. 1991 yılında Körfez Savaşı çerçevesinde 2 milyon Kürt, Saddam tarafından zorunlu göçe tabi tutulduğunda da çok büyük bir sempati doğmuştu. Bu sempati o zamandan bu yana devam etti. Kürtlerin bu sempatiyi kullanması gerekiyor. Bunun yolu, öfkeyi en meşru kılabilecek konumlarda da sakin davranmak. Kürt hareketinin şu anda çok büyük bir potansiyeli var. Bu potansiyel hem diplomatik düzeyde hem de söylem düzeyinde bir potansiyel. Size sadece şu örneği vereyim: 30- 35 yıl önce Kürtler üzerine toplamda 20-25 kitap vardı Avrupa dillerinde. Oysa şu anda sadece İngilizcede haftada iki kitap yayımlanıyor. Bu çok önemli bir veri. Kürt sineması var, Kürt edebiyatı var, Kürt tiyatrosu var. Bunların Avrupa’da yoğun bir şekilde tanıtılması gerekiyor. Örneğin Paris’te bir Kürt Film Festivali düzenlendiğinde oldukça ilgi çekiyor. Bu tür girişimlerin çoğalması gerekiyor.
Kültürel varlık ve üretimlerinin daha görünür olması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Şu ankinden çok daha görünür olması gerektiğinden söz ediyorum. Mümkün olduğu kadar Kürt sanatçılardan ve onların Kürtlüğe ilişkin eserlerinden yola çıkarak Fransızca, Almanca, İngilizce tiyatro ve festivallerin düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hem bu alanlarda Kürtlerin ciddi bir potansiyeli var hem de siyasi potansiyeli en çok güçlendirebilecek alanlar bunlar.
Ciddi bir kültür politikasına ihtiyacı var diyebiliriz öyleyse.
O konuda haksız bir eleştiride bulunmak istemiyorum ama imkanlar çok fazla. Bu imkanların kullanılması gerekiyor. Kürtlüğün hem kültürel hem de siyasi açıdan çoğul bir dil üretmesi gerekiyor. Yıllardır söylüyorum, Kürt hareketinin iç entegrasyonunun sağlanması gerekiyor. Kürtlerin çoğulluğunun meşrulaştırılması gerekiyor. Bu bütün parçalardaki Kürtler için geçerli. Mevcut kültür politikalarını eleştirmek haddimi aşmak olur fakat çok daha ileri bir düzeye gidilebilmesi gerekiyor.
“İç entegrasyon”dan kastınızı biraz daha açar mısınız?
İç entegrasyondan kastım, her şeyden önce Irak Kurdistanı’ndaki aktörlerin ortak bir zemin bulması. Konumuz bağlamında iç entegrasyon, ciddi bir kurumlaşmaya gidilmesini ve bu kurumlaşmada birbirine rakip particiliklerden çıkıp Irak’taki Kürt hareketinin meşru bir zeminde bölünmüş olduğunun kabul edilmesini kapsıyor. Bu her şeyden önce gelen birinci gereklilik. İkincisi ise Irak Kurdistanı ile Rojava arasında bir entegrasyona gidilmesi. Sınırın çok daha geçişken olması gerekiyor. Her iki aktörün de birbirinin meşruiyetini kabul etmesi şart. Diplomatik koşullar zorlanarak Türkiye ve İran’ın Irak Kurdistanı’na müdahalesinin engellenmesi, Türkiye ve İran’dan gelen Kürt hareketlerinin bütün diplomatik koşullar zorlanarak korunması. İç entegrasyondan kastım bunlardır.