Sanat ve edebiyatta 12 Eylül
İlham BAKIR yazdı —
- “On iki Eylül sonrası şunlar, şunlar yaşandı” ifadeleri bir total trajedi ifade etmekten öte bir anlam taşımıyor. Oysa bu total rakamların içinde yer alan her bir rakama denk gelen bir insan hikayesi, bir insan trajedisi var.
- Oysa Diyarbakır Zindanı’nda tarihin tanıklık ettiği ender bir onur savaşı ve direniş de yaşandı. İnsanlık onurunun işkenceyi yeneceği, her türlü zulme galebe çalacağı ve insan olma onurunun yaşamda vazgeçilemeyecek yegane şey olduğu destansı bir direnişle tarihe kaydedildi.
12 Eylül cunta rejimi, dünyanın görüp görebileceği birkaç vahşi cunta yönetimi vakalarından biridir. Çok açık bir Nato organizasyonu olarak teşekkül eden 12 Eylül askeri darbesi özünde ciddi bir örgütlenme potansiyeli ortaya çıkaran Kürt özgürlük hareketini, ciddi toplumsal muhalefet deneyimi kazanan, işçi sınıfıyla ve yoksul halkla yakın bağ kurma potansiyelini büyüten sol sosyalist muhalefeti tasfiye etmek için gerçekleştirilmiş bir karşı devrim hamlesidir. Darbe sonrası; resmî rakamlara göre altı yüz elli bin kişi gözaltına alındı. İki yüz otuz bin kişi askeri mahkemelerce yargılandı, cezaevlerinde ise işkence sonucu yüz yetmiş bir kişi olmak üzere yaklaşık üç yüz kişi hayatını kaybetti, kırk sekiz kişi idam edildi, bir milyon altı yüz bin kişi fişlendi. Binlerce insan işten atıldı, yoksulluğa ve tecride mahkum edildi. Binlerce insan yerini yurdunu bırakıp yurt dışına sürgüne çıkmak zorunda kaldı. Aileler, parçalandı, tarifi imkansız trajediler yaşandı.
Bu rakamların bir hikayesi, bir ruhu yok. Bir istatistikinten öteye bir karşılığı yok. “On iki Eylül sonrası şunlar, şunlar yaşandı” ifadeleri bir total trajedi ifade etmekten öte bir anlam taşımıyor. Oysa bu total rakamların içinde yer alan her bir rakama denk gelen bir insan hikayesi, bir insan trajedisi var. Türkiye’de sözüm ona siyaset kurumu hiçbir zaman cunta rejimleriyle bir hesaplaşma içine girmedi. Söylemde bir itiraz geliştirdiyse de asıl olarak 12 Eylül rejiminin getirdiği baskıcı iklimden ve anti demokratik yasalardan iktidara gelebilmek ve iktidarda kalabilmek için sonuna kadar faydalandı; bu iklime ve bu yasalara sahip çıktı. Sol muhalefet ve demokrasi güçleri de 12 Eylül cuntasının kendilerine indirdiği darbenin altından kalkmayı, toparlanmayı ve bir muhalefet ve hesaplaşma geliştirmeyi bir türlü hakkıyla gerçekleştirmedi, gerçekleştiremedi. Asla bir yüzleşme yaşanmadı. Her 12 Eylül yıldönümü yukarıda yazılan total rakamların soğuk ifade edilişi ile karşılandı çoğu zaman.
Siyaset alanının gerçekleştiremediği yüzleşmeyi, ortaya çıkaramadığı insan hikayelerini sanatın gerçekleştirmesi pekala da mümkündü, daha derinlikli ve etkileyici olması imkanı vardı. Sanat, siyaset kurumuna göre bu anlamda çok daha fazla imkana ve özgürlüğe sahipti. Halen de sahip. Ancak, Türkiye’de toplumsal yapıyı oluşturan temel dinamikleri kökten değiştiren ve yeni bir toplum modelinin dayatan bu ağır kırılma ve kopma noktası edebiyatın, sanatın hafızasında güçlü bir şekilde yer almadı. Bu konularda yazılan eserler beş on kitabı, birkaç sinema filmini geçmedi. Bu dönem etrafında şekil alan sınırlı sayıda romanda toplumsal depolitizasyonu, toplumun yeniden şekillendirilmesini, oluşan yeni yaşam biçimlerini, işkence ve hapishaneyi, aşk ve ideoloji ilişkilerini, çözülmeleri, hesaplaşmaları, üniversite üzerinde kurulan devlet baskısını görebilmek mümkün olmuştur.
Sinemada ise durum edebiyattan farklı değildir, hatta daha kötü durumdadır sinema. Ağırlıklı olarak işkence konusunun öne çıktığı, baskı ve işkenceyle çözülmelerin ve ihanetin işlendiği, umutsuzluğun ve yenilginin merkezde olduğu bu filmler; politik sinemanın analiz eden, çözümleyen, çıkış öneren dilinden ziyade melodram kalıpları içine sıkışmıştır. Anlatılan hikayeler kaderci bir ifadeyle seyircinin apolitikleşmesine katkı sunmaktan öteye gidememiştir. 12 Eylül cunta yönetiminin Kürt sineması ve Kürt edebiyatında ise neredeyse yansımalarını görmek mümkün değildir. 12 Eylül cuntasının bir işkence kampı olarak işleyen ve dünyanın en kötü şöhretli birkaç cezaevinden biri olan “Diyarbakır Cezaevi” etrafında özellikle bu vahşeti yaşayan tutsakların dilinden anlatılan birkaç roman, bu döneme dair tanıklık yaratıyor olsa da güçlü bir edebi ifadeden yoksun olmakla maluller. Sinemadaki ifadesi ise çoğunlukla işkence, dayak ve mağduriyet anlatmaktan öteye gitmeyen birkaç filmden ibaret. Oysa bu cezaevinde tarihin tanıklık ettiği ender bir onur savaşı ve direniş de yaşandı. İnsanlık onurunun işkenceyi yeneceği, her türlü zulme galebe çalacağı ve insan olma onurunun yaşamda vazgeçilemeyecek yegane şey olduğu destansı bir direnişle tarihe kaydedildi. Bunun sinemada, edebiyatta hakkettiği yansımayı bulamamış olması çok büyük bir kayıp ve eksiklik.