Emekçilere sadece kırıntı ayrılıyor
Dosya Haberleri —
Dev Yapı İş Genel Başkanı Özgür Karabulut, savaşa ve halka ayrılan bütçeyi Yeni Özgür Politika gazetesine değerlendirdi:
- Türkiye’de çalışan işçilerin sadece yüzde 14’ü sendikalı bu yüzde 14’ün yüzde 7’si ise Toplu Sözleşme yapabiliyor. Eskiden asgari ücretle çalışan işçiler ile sendikalı işçiler arasında bir maaş farkı vardı ama son yıllarda enflasyonun artmasından sonra bu fark ciddi oranda kapandı.
- Çalışan kesimin yüzde 14’ünün örgütlü olduğu bir ülkede halk için bir bütçenin oluşması mümkün gözükmüyor. 2024 yılı bütçesi oluşturulurken iktidar milliyetçi ve ırkçı söylemlerle toplumu kutuplaştırıp sanki ülkeye bir saldırı varmış gibi bir tablo oluşturup güvenlikçi politikalarla bütçe oluşturuyor.
- Asgari ücret belirleme süreci Türkiye’de en geniş toplu sözleşme sürecidir aslında ama bu sözleşme masasında emekçilerin pazarlık yapma hakkı yok. Bu masada işçi ve emekçiler temsil edilmiyor. Zaten asgari ücreti son yıllarda komisyon bile belirlemiyor. Cumhurbaşkanının iki dudağı arasına bırakılmış.
ERDOĞAN ALAYUMAT
Milyonlarca çalışanın merakla beklediği asgari ücret önceki gün açıklandı. Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan asgari ücret ile ilgili sanal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "2024 yılında asgari ücret, %49 artışla net 17.002 TL olarak uygulanacaktır. Ülkemize ve milletimize hayırlı olsun" dedi. Açıklamaya tepki gösteren emekçiler ise bu miktarın açlık sınırı olan 18 bin TL'nin dahi altında kaldığına dikkat çekti.
Meclis'te 2024 yılı bütçesi de tartışmalarla devam etti. Her yıl olduğu gibi savunma sanayisine ve savaşa ayrılan pay, bütçenin en önemli kalemleri arasına girerken, eğitim ve sağlığa ayrılan pay ise en düşük kalemler arasında kaldı. Milyonlarca işçi asgari ücretle geçinmeye çalışırken, işçilerin bir bölümü de yasal asgari ücrete dahi erişemiyor. DİSK-AR’ın hazırladığı “Asgari Ücret Araştırması 2024” raporuna göre asgari ücret ve altında çalışanların oranı tekstil, giyim, deri, mobilya imalatı, gıda, inşaat ve turizm sektörlerinde daha yüksek düzeyde seyrediyor. Yeni Özgür Politika’nın sorularını yanıtlayan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanlar Kurulu Üyesi ve Devrimci Yapı, İnşaat ve Yol Sendikası (Dev Yapı İş) Genel Başkanı Özgür Karabulut, emekçilerin sefalet yaşamından çıkmasının savaş ve tecrit politikalarına karşı çıkarak mümkün olabileceğini ifade ederek, "Türkiye’de son 7 yıldır sürekli krizlerle boğuşuyoruz. Buradan çıkışın yolu demokratik mücadeleyi yükseltmek" dedi.
Milyonlarca emekçiyi ilgilendiren asgari ücret artışına dair tartışmalar devam ediyor. İktidarın bu anlamdaki politikası ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Asgari ücret tüm dünyada en düşük ücret anlamına geliyor. Ancak Türkiye’de ortalama bir ücret haline gelmiş durumda. Türkiye’de çalışanların yarısından fazlası asgari ücret düzeyinde çalışıyor. Bunun böyle olmasının en önemli nedenlerinden bir tanesinin sendikaların örgütlülük düzeyi olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer nedeni ise milyonlarca işçinin sendikalı çalışmaktan yoksun olmaları. Türkiye’de çalışan işçilerin sadece yüzde 14’ü sendikalı bu yüzde 14’ün yüzde 7’si ise Toplu Sözleşme yapabiliyor. Eskiden asgari ücretle çalışan işçiler ile sendikalı işçiler arasında bir maaş farkı vardı ama son yıllarda enflasyonun artmasından sonra bu fark ciddi oranda kapandı. Ülkede ciddi bir geçim sıkıntısı var. Yoksulluk giderek artıyor. Enflasyon karşısında emekçilerin alım gücü ciddi oranda düştü ve işçilerin aldığı ücretler de ne yazık ki giderek eriyor.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda yer alan tek sendika Türk İş. İşçileri temsilen orada ama yeterince bir varlık gösteremediğini görüyoruz. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yapısal olarak işçilerin taleplerini karşılaması mümkün mü?
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yapısının son derece antidemokratik olduğunu söyleyebilirim. Komisyonda hükümet, işveren bir de en fazla üyeye sahip Türk İş’in temsilcileri var. Komisyonda yer alan kurumların hiçbiri asgari ücretle yaşamayan, asgari ücretlilerin derdini bilmeyen kesimlerden oluşuyor. Ben bu komisyonu bir tiyatro sahnesine benzetiyorum. Her yıl olduğu gibi sermayenin istediği düzeyde bir asgari ücret belirlenir, bunu hükümet onaylar, işçileri temsil ettiklerini iddia edenler bu karara şerh düşer ancak çok düşük bir anlaşmanın altına imza atarlar. Asgari ücret belirleme süreci Türkiye’de en geniş toplu sözleşme sürecidir aslında ama bu sözleşme masasında emekçilerin pazarlık yapma hakkı yok. Bu masada işçi ve emekçiler temsil edilmiyor. Hal böyle olunca da patronların insafına terk edilmiş bir asgari ücret belirleme süreci var. Asgari ücreti son yıllarda komisyon bile belirlemiyor. Cumhurbaşkanının iki dudağı arasına bırakılmış. Hatırlarsanız 2022 yılıydı. Komisyon, asgari ücret artışını 4 bin 500 TL olarak belirlerken Erdoğan komisyona müdahale etmiş asgari ücret artışını seçim yatırımı olarak 5 bin 500 TL olarak belirlemişti. İktidar, antidemokratik olan komisyonu bile işlevsiz hale getirip cumhurbaşkanının iki dudağı arasına hapsetmiş durumda. Hal böyle olunca da sendikalı olan iş yerlerinde asgari ücret oranına göre zamlar belirleniyor. Yani asgari ücret artışı çalışan kesimin yüzde 80’ini etkiliyor.
Bu dönemde onlarca sendikalı iş yerinde toplu sözleşme süreçleri oluyor. Sendikaların eli Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmelerinde eskisi gibi güçlü değil mi?
Çalışanların neredeyse yüzde 80’nin sendikasız olduğu bir ülkede sendikaların eli elbette güçlü değil. İktidar tüm gücüyle sermayenin yanında yer alıyor. Örneğin Urfa’da sendika değiştiren Özak Tekstil işçileri haftalardır direniyor devlet tüm gücüyle direnişi kırmak için elinden geleni yapıyor. İşçiler, polisi, jandarması, valiliği, müftülüğü ve aşiretleri ile karşı karşıya gelmiş durumda. Tüm baskılara rağmen işçiler direnmeye devam ediyor. Türkiye’de Avrupa uyum yasaları çerçevesi içinde birçok şeyin değiştiğini söylüyorlar ama sendikal kanun, hala 12 Eylül faşist yönetiminin belirlediği şekilde ilerliyor. Türkiye’de işçi ve emekçiler patronların insafına terk edilmiş durumda. Örgütlenme çalışması yürütüyorsunuz ama işveren istemediği müddetçe örgütlenme yapmanız çok zorlaşıyor. Örgütlenmesini başardığınız bir iş yerinde yetki alma süresi uzun yıllara yayılıyor. Toplu sözleşme yetkisi geldiğinde ise tek bir tane sendika üyesi işçi kalmamış oluyor. Normalde sendikalı olmak anayasal bir haktır ama sendikaya üye olduğunuzda işten atılmayla karşı karşıya kalıyorsunuz. Hal böyle olunca sendikalar TİS masasına oturduğunda eli güçlü olmuyor. Türkiye’de daha çok uluslararası sermaye ile çalışan işletmeler ya da köklü sermaye gruplarına bağlı büyük işletmeler dışında sendikal örgütlülük yok denecek kadar az. Bu durum sadece devlet baskısı ile açıklayamayız. Evet, emek alanına dönük devletin çok ciddi baskıları var ama sendikaların örgütlenme alanındaki yetmezlikleri ve sürekli savunmada kalan pozisyonlarından kaynaklı emek mücadelesinde bir gerileme yaşanıyor.
Buna etken olan şeylerden biri iktidarın baskısı olabilir ancak sendikaların yetersiz kalmasının tek nedeni iktidarın emek düşmanı politikaları mı?
Elbette bu yetersizlikleri sadece iktidarın emek düşmanı politikaları ile açıklayamayız. Bu yetersizliklerin nedenlerin biri sendikacıların aldığı yüksek maaşlar, sermaye düzeni ile uzlaşmacı yaklaşımlarını ekleyebiliriz. Örneğin 30 yıldır bir kişi sürekli aynı sendika yönetiminde kalmaya devam ediyor. 30 yıldır sendika başkanlığı yapan birinin yaşamı asgari ücretle çalışan bir işçinin yaşamıyla bir olamaz. Hal böyle olunca sendikacı kendi yerini korumak için sermaye grupları ile işbirliği yapmaya başlar. Mücadele etmek yerine işbirlikçi sendikacılık yapmak daha kolay geliyor. Patronlar doğal olarak kendi karını düşünür ama sendikalar işçilerin mücadele örgütüdür burada üyelerinin çıkarlarını korumak yerine kendi bireysel çıkarlarını ön planda tutarsanız o sendikanın yöneticisi, başkanı ve öncüsü olarak bir adım ileriye gitmez. Bu anlamda Türkiye’nin sendikal mücadele karnesi son derece bozuk. Nerdeyse bir avuç mücadeleci sendika kalmış durumda. Yani tabelasına sendika yazınca orası işçilerin çıkarını koruyan bir yer haline gelmiyor.
Eskiye oranla sendikaların örgütlülüğünün çok gerilerde olduğunu görüyoruz. Neden böyle ve nasıl aşılabilir bu durum?
Sermaye, tarih boyunca emek mücadelelerinden kendine göre dersler çıkarıp kendini ona göre yeniden örgütleyebildi. Üretimi bölen, parçalayan, eskiden daha toplu çalışma modeli vardı. Şimdi bir şirkette onlarca taşeron firma çalışıyor. Organize Sanayi Bölgeleri aracılığı ile daha küçük ölçekli işletmeler ile üretimi devam ettiriyor. Organize Sanayi Bölgeleri’nin kendisi özünde sendikal örgütlülüğü dağıtmaya yönelik kurgulanmış yerlerdir. Bu sistemi Anadolu’nun en ücra köşesine kadar yaydılar. Bunun üstüne işsizlik de eklenince sendikal örgütlenme ve ücretlerin düşük tutulmasına bir neden oluyor. Dışarıda 10 milyondan fazla işçinin olması işçileri örgütsüzlüğe iten en önemli etkenlerden biri. Biz sendikal örgütlenme yaparken ciddi anlamda güven sorununun olduğunu birebir gözlemliyoruz.
Emekçilerden uzaklaşmış bir sendika nasıl gidip de örgütlenme yapabilir. Özetle sendikalar sorun yaşamadan aidat alabileceği işyerlerini seçip buralarda örgütlenmeye çalışıyorlar. Tabii buna örgütlenme denirse. Tırnak içinde sendikalı olan yerlerde işçilerin çalışma koşulları ve ücretlerinde herhangi bir iyileşme olmuyor. 8 saatlik işgünü, 150 yıl önce kazanılmış bir hak ama bugün Türkiye’de sendikalı çalışan işletmelerde bile işçiler 8 saatin üzerinde çalıştırılıyor. Türkiye’de çalışma yaşamı 150 yıl önceki koşulların gerisine düşmüş durumda. Ücretler çok düşük olduğu için işçiler fazla mesai yapmak zorunda kalıyor.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nın toplandığı dönemde Meclis'te de bütçe görüşmeleri devam ediyordu. Bütçe hazırlandığında en büyük pay savaşa ayrılıyor. Bu anlamda siz nasıl bir bütçe istiyorsunuz?
Emekten, halktan yana demokratik bir bütçe istiyoruz. Bütçenin emekten yana olması için örgütlü bir mücadelenin geliştirilmesi lazım bu anlamda emek güçleri olarak çok geri bir noktadayız. Çalışan kesimin yüzde 14’ünün örgütlü olduğu bir ülkede halk için bir bütçenin oluşması mümkün gözükmüyor. Ülkede muhalefet çok zayıf, demokrasi güçleri hiç olmadığı kadar sindirilmiş bir dönemde, her şey meclisin insafına bırakılmış. Ancak Meclis aritmetiğine baktığınızda AKP, MHP çoğunluğunun yanında İyi Parti ve CHP grupları var. Peki bu partiler kimi temsil ediyor? Daha çok sermayeyi temsil ediyor. İşçi ve emekçilerin temsilcileri kendilerini burada ifade etmelerine izin verilmiyor. Sokakta da halkçı bütçe talebi yükseltilemeyince mecliste kim güçlüyse bütçeyi de kendine göre belirliyor.
Örneğin Sağlık Bakanlığı’nın bütçesi özel sektöre mi ayrılır yoksa kamuya mı? Holding patronlarının olduğu bir mecliste haliyle bu özel sektöre ayrılıyor. Özel okullara teşvikler ayrılıyor ama kamu okullarına bütçe ayrılmıyor. 2024 yılı bütçesi oluşturulurken iktidar milliyetçi ve ırkçı söylemlerle toplumu kutuplaştırıp sanki ülkeye bir saldırı varmış gibi bir tablo oluşturup güvenlikçi politikalarla bütçe oluşturuyor. Bu ülkenin İHA ve SİHA’ya ihtiyacı mı var? Ya da silah sanayine bu kadar ihtiyaç mı var? Yok. Ama iktidar buraları güçlendiriyor, buralara teşvik ayırıyor. Öte yandan bütçeyi oluşturan en büyük kalemler, vergiler bu bütçenin yüzde 70’i emekçilerin cebinden çıkıyor ama emekçilere sadece kırıntı ayrılıyor. Bütçenin önemli bir bölümü güvenlikçi politikalar ile savaş sanayine ayrılıyor. Bu durumu işçi ve emekçilerin örgütlü karşı çıkışıyla değişir.
Çıkış savaşa hayır demekle mümkün
Türkiye’de uzun yıllardır devam eden ve giderek derinleşen bir ekonomik kriz yaşanıyor. Uzmanlar önümüzdeki dönemde ekonomik krizin etkilerinin çok daha ağır olacağı yönünde öngörülerde bulunuyor. DİSK buna karşı nasıl bir mücadele hattı izleyecek?
DİSK’in ekonomik krizin yükünü emekçilere yüklenmemesi için yapacağı tek şey örgütlü mücadeleyi büyütmek olmalı. Bu tek başına DİSK’in yapabileceği bir şey değil bunu görmek gerekiyor. Her 10 yılda farklı biçimler de olsa bile ekonomik kriz yaşanıyor. 2010 ve 2015 yılları arasında ülkede ekonominin durumu görece biraz daha iyiydi ancak buna neden olan en önemli etkenlerden biri çözüm sürecinin gelişmesiydi. Çözüm sürecinde ekonomik olarak ülke kısmen bir rahat döneme geçmişti. 7 Haziran 2015 yılında yapılan seçimlerde AKP kaybetti ve bundan sonra çözüm süreci bozuldu, yeniden güvenlikçi ve savaş politikalarına dönüş oldu ve bu durum ekonomiyi de olumsuz etkiledi. Çözüm sürecinde oluşan demokratik ve barış iklimi kendini çoklu krizlere bıraktı. Sadece ekonomik değil siyasal, toplumsal ve kültürel krizlerle de karşı karşıyayız. Bu kadar savaş ve çatışmanın olduğu bir yerde ekonominin iyi olması beklenemez. Türkiye’de son 7 yıldır sürekli krizlerle boğuşuyoruz. Buradan çıkışın yolu demokratik mücadeleyi yükseltmekle mümkün. İşçi ve emekçiler ekmeklerinin biraz daha büyümesini istiyorsa savaşa ve tecrit politikalarına karşı bir tutum geliştirmeleri gerekiyor. Baktığımızda bu anlamda bir tutum alabiliyor mu? Alamıyor. Bir tutum alamadığı için her gün derinleşen bu ekonomik krizin faturası işçi ve emekçilere kesilecek. Buradan çıkışın yolu savaşa, antidemokratik uygulamalara hayır demekle mümkün.
Türkiye’de Kürt sorununun çözülmemesi, iktidarın savaşta ısrar eden tutumu işçi ve emekçilere ekonomik yük olarak geri dönüyor. Emekçiler buna karşı neden bir tutum alamıyor?
Çünkü sürekli milliyetçilikle, ırkçılıkla zehirleniyorlar. Yoksul olmasının sebebi devletin ürettiği politikalara değil, bu politikalara karşı çıkan güçlere bağlıyor. Bunun yanında örgütsüzlüğü eklediğimizde bu politikalara sessiz kalmalarının nedenini açıklıyor. İktidarın pompaladığı zehirli politikalarla ufukları daralıyor. Tüm demokrasi ve demokratik muhalefet güçlerinin bu anlamda ikirciksiz net bir politika sergilemesi gerekiyor. Ukrayna’daki savaş, Filistin’de yaşanılanlara anında refleks verip ses çıkarılıyor ancak Maxmur Kampı bombalanırken ya da Rojava’da Filistin’de yapılanların aynısı yapılıyor ve buraya sessiz kalınıyorsa yoksulluğu aşacak bir irade ortaya koyamazlar.