Türk olmayanlar tiyatrodan silindi!
Kültür/Sanat Haberleri —
- “Osmanlı’dan sonra işin içine ulus devlet fikri girince bu sefer Türkçe ve Türklük tiyatronun da seyrinde belirleyici olmaya başladı. O dönemler yeni olan bu fikir kendine bir hikâye oluşturmak zorundaydı ve Türk olmayanlar tiyatrodan öyle ya da böyle hop! siliniverdi. Tiyatro açısından söyleyecek olursak, aslında yaratılan bu hikâyenin yaratıcısı zaten Türk olmayanlar.”
Vasatın İktidarı – 3-
MIHEME PORGEBOL
AKP’li 21 yılın sanatta ne tür değişim ve dönüşümler getirdiğini ele aldığımız “Vasatın İktidarı” başlıklı dosyamızın 3. bölümünde tiyatro ve oyunculuğu ele alıyoruz. Bu bölümde fikir, tecrübe ve gözlemlerine başvurduğumuz Cüneyt Uzunlar, konservatuarlarda belli ölçütlere bağlı bir güzellik ideali oluşturulduğunu bu yüzden de AKP döneminde çok güçlü bir gösteri fetişi geliştiğini söylüyor. Bunun aslında neoliberal politikalara bağlı olarak tüm dünyada var olan bir durum olduğunu söyleyen Uzunlar, “Sahnelerin neredeyse tamamında birileri duruyor, diğerleri de ellerini kucağında bağlayıp bekliyorlar. Bütün işler bu pozisyonu öğretmek için yapılmış gibi” diyerek toplumda geliştirilmek istenen biat kültürüne dikkat çekiyor.
Pandomim sanatçısı, yazar Cüneyt Uzunlar ile tiyatroyu, AKP iktidarının sanat ve sanatçılar üzerindeki baskılarını konuştuk.
Almanya nere Türkiye nere
Bu coğrafyada bildiğimiz anlamdaki modern tiyatro Ermeniler öncülüğünde kurulmuş bir tiyatro. Tuhaf ama gerçek. Osmanlı’da bir imparatorluk tiyatrosu vardı. Çok kültürlü bir yapıdaydı. Ahmet Vefik Paşa’nın girişimleri ve Darülbedayi’nin kuruluşu gibi süreçlerden sonra şehir ve devlet tiyatroları ile konservatuarlar da kuruldu. 60’lardan başlayıp 80’li yıllara doğru çoğalarak özel tiyatrolar, kurslar, atölyeler, amatör tiyatrolar geldi ve nihayetinde bugünkü hallerini aldılar. Başlangıca dönecek olursak, en başından itibaren Ermeniler, Rumlar, Araplar, Kürtler cümle etnik topluluklar çeşitli gösteri tarzlarıyla tiyatro sanatının içindeydiler zaten. İmparatorluk yapısı gereği bugünkü gibi kimliklerin mutlak önemi yoktu.
Osmanlı’dan sonra işin içine ulus devlet fikri girince bu sefer Türkçe ve Türklük tiyatronun da seyrinde belirleyici olmaya başladı. O dönemler yeni olan bu fikir kendine bir hikâye oluşturmak zorundaydı ve Türk olmayanlar tiyatrodan öyle ya da böyle hop! siliniverdi. Tiyatro açısından söyleyecek olursak, aslında yaratılan bu hikâyenin yaratıcısı zaten Türk olmayanlar. Hikâyenin bizzat içindeler ve biz modern anlamdaki varlığımızı onlara borçluyuz. Fakat ulus devlet etkisi yalnızca Türkiye’yle ilgili değil tabi. Kültürler iç içe. Aynı masalı misal, Grimm Kardeşler Alman Masalı, Kunos Türk Masalı olarak derlemiş. Almanya nere Türkiye nere, değil mi. Ama öyle değil işte o iş. Velhasıl bütün ülkelerdeki uluslaşma seyri aşağı yukarı böyle. Yunan tragedyalarını Avrupa kültürüne iade edenlerin Araplar olduğunu sadece birkaç entelektüel biliyor.
‘Gerici modernleşme’
Seksenli yıllara doğru ulus devlet tüm dünyada keskin bir değişim geçirdi. Neoliberalizm dalgasıyla beraber diğer kamu harcamaları nasıl kısıtlandıysa tiyatrolara harcanan ödenekler de azaltıldı. Dünyanın hemen her yerinde sahneler kapanmaya başladı. İtiraz ve eylemler yükselse de devletler kesinlikle taviz vermediler, çünkü bu küresel bir değişimdi. Proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşı bozulmuştu. 21. yüzyıla gelindi ve 2002 yılında Türkiye’de iktidara yerleşen AKP de bu politikaların sürdürücüsü oldu. Aslına bakarsanız AKP’nin neoliberal politikaları devam ettirmekten başka yaptığı bir şey yok. Stuart Hall’in anlamlı adlandırmasıyla dünya “gerici modernleşme” süreci içinde; biz de bu sürecin içindeyiz. Bu işler İtalya'da, İspanya'da, İngiltere'de nasıl işlediyse Türkiye’de de öyle işledi. Bu politikaların tiyatro özelinde önüne koyduğu şey tiyatronun bir kamu kurumu olmaktan çıkarılmasıdır.
Sahne tozu estetik bir illettir
Bunun sonuçlarını daha önce Avrupa'nın başka ülkelerinde gördük. Küçük küçük tiyatrolar oluşuyor. 2000’lerin başından itibaren merdiven altı tiyatro dediğimiz tiyatrolar oluşmaya başladı Türkiye’de de. Sonuçta kamudan ayrıştırılan tiyatrocuların bir şekilde tiyatro yapmaları gerekiyordu, başka yolları yoktu. Sahne tozu estetik bir illettir. Sadece İstanbul’da başka başka iş kollarına ait ruhsatlarla tiyatro yapan yüzlerce grup oluştu. Büyüklü küçüklü sahnelerde irili ufaklı bu tiyatro grupları oldukça da iyi çalıştı, ciddi üretimler yaptılar. Ta ki pandemiye kadar. Pandemiyle beraber o tiyatroların büyük bir kısmı uçtu gitti.
Gerçekleri gizliyorlar
AKP’nin kültürel hegemonya kuramamasının sebebi bir altyapısının olmaması. Daha doğrusu AKP’nin sözde gelenekçi görüntüsünün özünde bir altyapısı var ama bu altyapının ne olduğunu bilmiyorlar. Bilmekten ürküyorlar belki de. Bilemiyorum. Tiyatro bağlamında o altyapı, tekrar ediyorum Ermenilerce kurulmuş Osmanlı Tiyatrosu’dur; sonra Karagöz’dür, Meddah’tır, Orta Oyunu’dur; seyirlik köy oyunlarıdır, bağ bozumu şenlikleridir, denbêjlerdir, ozanlardır vb. AKP’nin bunlardan haberi yok yahut yokmuş gibi yapıyor. Dediğim gibi, ekonomi-politik kırılma AKP’yle alakalı değil. AKP, dünyadaki değişimin Türkiye sorumlusu gibi görevini yerine getiriyor sadece. Gerici bunlar isnatlarıyla farkına varılmadan asıl gerçek gizleniyor bana kalırsa. AKP’nin yaptığı, yeni dünya düzenini milli ve yerli bir hikâye kılığına sokup anlatmaya çalışmak. Bu açıdan Stuart Hall’in adlandırması zihnimizin bir köşesinde dursun hep.
Gemi, gökdelen, beton görüyorlar
Mızrak çuvala sığmıyor. Bu bilgiyle alakalı bir şey. Duyumsamak ve hissetmekle alakalı bir şey. Sanata dair duyuş da yok sanki bu arkadaşlarda. Picasso’dan, Çaykovski’den zevk almaktan bahsetmiyorum; Dede Efendi’den, Levni’den, Anadolu Masalları’ndaki motiflerden ve onların estetik kıymetlerinden haberleri yok. Bu arkadaşlar başka şeylerle ilgileniyor, daha maddi şeylerle. Biraz olsun, biraz ya, manevi kazanımların peşinde olsalar bir nebze olsun anlaşabilirdik belki onlarla. Onlarda duygulanımdan eser yok yahut hissiyat eser miktarda. Mitinglerine, seçim kampanyalarına baksana; ne kadar teknolojikler, güncel, popüler olanla nasıl iç içeler. Baktıkları her şeyde gemi görüyorlar, beton görüyorlar, gökdelen görüyorlar. Kafalarında bir Amerika modellemişler, bir New York kenti efendime söyleyeyim, burada da durmaksızın o Amerika’yı inşa ediyorlar. Paul Auster’in Cam Kent üçlemesine selam olsun.
Alıştıra alıştıra itaat kurgusu
Steinbeck’in deyimiyle “İnsan alıştığı şeyi arar.” Alıştıra alıştıra bir itaat kurgusu kuruyorlar. Bu da öyle bir durum. 21 yıldır televizyon aracılığıyla insanları alıştırıp bu duruşu zihinlerine yerleştirmeye çalışıyorlar. Kuruluş, Diriliş gibi.
“Biz ruhumuzu paraya sattık Cüneytciğim”
Mesela 79 senesinde devlet tiyatrosunun özerkleşeceğine dair bir olasılık belirmişti. O özerklik ihtimali 12 Eylül darbesiyle püf uçtu gitti. Özerk olunca Türkiye’nin her yerindeki devlet tiyatroları kendi repertuarlarını kendileri oluşturacaktı değil mi, oyuncu alımlarını kendileri yapacaktı. Böylece merkezden yönetilemiyor olacaklardı. Şu an 70lerinde olan bir tiyatrocu ağabeyimiz vaktiyle “Biz ruhumuzu paraya sattık Cüneytciğim” demişti. Bunu tiyatro camiasındaki ağır problemlere binaen söylemişti. Dolayısıyla ortada ağır problemler var. Gücü olmayan, zaten zaaflarla dolu bir şeyi yıkabilmek, ona el pençe divan durmayı kabul ettirmek de haliyle çok kolay oluyor. Yani zaten problemleri olan bir tiyatronun üstüne bir de hiçbir bilgisi olmayanların boyunduruğu altına girmesi her şeyi iyice içinden çıkılmaz bir hale getirdi…
‘Güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar’
Guy Debord’ün “Gösteri Toplumu” fikri, insanın yapıp ettiklerinin değil de imgesinin öne çıkışına bir değinidir. Bu fikrin doğruluğunu AKP’de net olarak test edebiliriz. Gösteri fetişi AKP döneminde çok güçlendi. Ne olunduğu ile nasıl görünüldüğü yer değiştirdi. Öğrenciler de bu tedrisata göre yetişmeye başladı. Konservatuarlarda sürekli güzel kızlar ve yakışıklı delikanlılar görüyoruz. Belli ölçütlere bağlı bir güzellik ideali oluşturuldu. Ama tiyatro böyle bir şey değil; oyunculuk böyle bir şey değil.
Mevzu uzun, hiç girmeyeyim
Zaten bu arkadaşlar -katılmadığım bir tanımlamayla- güzeller, yakışıklılar ama tedrisat onları bu haliyle önemsediği için ne yazık ki işlerinde yeterli değiller. Oyunculukları etkileyici değil. Estetik hazdan ziyade bedensel haz üretiyorlar. Bu ikisi eskil zamanlardan beri karıştırılıp durur zaten birbirine. Mevzu uzun, hiç girmeyeyim. Büyük olasılıkla seyircide sadece onlara sahip olmak, eş olmak veya onlarla bir macera yaşamak isteği uyandırıyorlar. Seyirciyi bir olayın, meselenin, bir fikrin veya bakış açısının ama asıl hiç bilmediği bir duygulanımın içine sokamıyorlar. Çünkü ne metin ne reji ne oyunculuk birikimi buna müsait.
Israrlı bir istihzayla uyarıldım
Sektördeki herkesin suratında maskeler var. Bu maskelerin dışında bir şey yaptığın zaman seni yapımcısı, yönetmeni falan algılayamıyor. Belli oyuncular belli rollerin dışına çıkamıyor. Bunu kendi tecrübelerimden bir örnekle açıklamak isterim. Bana gelen tekliflerde oynayacağım senaryoyu ve sahneyi sorarım. Sahne hoşuma giderse kabul ederim. Muhteşem Yüzyıl dizisinde bir şehzadeyi oynadım. Gayet de beğendiler. Sonrasında Alparslan Selçuklu dizisinde Biruni’yi oynamam için teklif geldi. Düz dünyacıların türediği bir yerde Biruni’yi oynamak hoşuma gitti ve zevk duyarak kabul ettim. Alparslan’ın karşısında Biruni’yi karizmatik oynamam pek hoşa gitmedi sanırım. Bu konuda ısrarlı bir istihzayla uyarıldım. Çok enteresandı.
TRT’den ret geldi. Acaba neden?
Tam da “Hayır” demeyi bilmenin önemi tekrar ortaya çıkıyor. Rol teklifini doğru bildiğimiz şekilde oynamak ve set koşullarının herkes için daha iyi olması, ufak tefek set ihtiyaçları yani atla deve değil, karşılığında kabul ettik. Menajerimle birlikte imzaları attık ama bu kez de TRT’den ret geldi. Kim bilir, acaba neden? Sette alın teri döken, ekibi oradan oraya nerdeyse sırtında taşıyan arkadaşların hepsine selam olsun ayrıca.
Umut başka konu
Peki toplumu ne bekliyor? Ne beklesin, elbette büyük bir manevi çöküntü ve derinleştikçe genişleyen bir şiddet sarmalı bekliyor. Zaten bütün ülke maddi bir çöküntü içerisinde, maneviyatın da tamamen çökeceği bir toplum bekliyor bizi. Yoksul ve zayıftan alıp zengin ve güçlüye daha çok veren, onları aksırıncaya tıksırıncaya dek emziren bir düzen bu yeni dünya düzeni ve zaten bu kafada da herhangi bir maneviyattan söz edebilir miyiz ki. Fakat bizim de var gücümüzle çalışmamız gerekiyor. Pembe g*tlerimizi kaldırmamız, mahallelerimizin dışına çıkmamız elzem. Yine de şunu belirtmek gerek, vücudun mikroba reaksiyon vermesi gibi bütün bu küresel baskıya ve sistemsel saldırıya rağmen özgür düşünebilen daha çok tiyatrocu var artık. Depolitizasyon, dezenformasyon kitlesel anlamda başarılı olsa da sokaklarda, mahallelerde, meydanlarda çok daha politik bir kuşak yetişiyor gibi. Umutlu olmak gerekli değil. Umut başka konu. Konu hareket etmek, yapmak, gerçekleştirmek, devinmek, düşlemek, düşünmek, tartışmayı canlı tutmak, ilişki biçimlerini dönüştürmek.”