Çağrı’ya günler kala birkaç söz
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Beklediğimiz İmralı çağrısında nelerin ifade edildiğinden çok, bu çağrı yapıldığı zaman devletin Başkan Öcalan’a karşı tutumu, o çağrıdan çok daha önemli bir sorun olacak, çağrının kaderi işte devletin tutumuna bağlı olarak belirlenecektir.
Başkan Öcalan adı konmamış süreçte, tam zamanında inisiyatifi ele aldı.
Bugünkü ortamı özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz: AKP-MHP iktidarı çözülme ve kaybetme süreci içinde. Türkiye Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması ve haritanın değişmesi aşamasında “beka” sorunuyla yüz yüze. Buna karşılık Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi tarihinin en kritik döneminde statüsünü kalıcılaştırma ve tamamen kaybetme ikilemini yaşamakta. PKK’nin öncülüğünde Türk devletiyle yürütülen mücadelede taraflar “pat” durumunda. Pat durumu Ortadoğu’daki gelişmelerin etkisinde Türk devletinin aleyhine de bozulabilir, tersi de ihtimal dahilindedir. Küresel güçler dışında hiç kimse isabetli öngörü imkanına sahip değil.
Bu somut durum, her an kaosa dönüşme tehlikesi yaratan “geçici denge” durumudur. Başkan Öcalan’ın şu andaki inisiyatifi işte böyle, sonu halklar için felakete yol açacak olan kaosu önlemek bakımından hayati önem taşıyor.
Halklar için, ucu termo-nükleer savaşa her geçen gün daha fazla açılan felakete doğru hızla yol alan bir ortamda, iktidarın da, muhalefetin de, Kürt Özgürlük Hareketi’nin de “kendi özgün çıkarlarını”, “iktidar hesaplarını”, “örgütsel geleceklerini” değil, temsil ettikleri halkların geleceğini düşünmeleri beklenir. Manzaraya bu açıdan bakarsak, özellikle Erdoğan’ın bu aşamadaki tutumu, sadece kendi iktidarını korumaya, kaybettiğinde kendisini ve ailesini kurtarmaya “fokuslanmıştır.” Halkların geleceğini bırakalım, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği bile Erdoğan’ın umurunda değildir. Devletin belli bir kesimi ve onun sözcüsü Bahçeli ise “devletin bekasını” esas alan bir yönelim içindedir. Krizden, halkların değil, devletin en az zararla çıkmasından başka bir düşünceleri yoktur. Başkan Öcalan ve KCK ise, bu kaosa yol açacak koşullarda, kendi şahsi durumlarını, örgütsel geleceklerini değil, Türk, Kürt, Arap, Fars, Hıristiyan, Müslüman, Yahudi, Êzîdî halklarının, kadınların, çocukların, savunmasız yaşlıların ve ekolojik hayatın geleceğini her şeyin üstünde tutan bir çizgi izlemektedir.
İşte şu anda adı konmamış olan süreçte var olan “üç çizgi” tastamam böyledir.
Fiili bir müzakere sürecindeyiz ve bu sürecin belki de son aşamasındayız. Bu süreç boyunca bu üç çizgi arasındaki tartışmanın ahlaki boyutunu, bu konuda somut hiçbir bilgimiz olmasa bile, kolaylıkla anlayabiliriz. Müzakere demek, tarafların birbirlerine “tavizler” vererek uzlaşma amaçlı tartışmaları demektir. Taviz kelimesi kulaklarımıza hoş gelmeyebilir. Ama yenenin ve yenilenin olmadığı şartlarda karşılıklı taviz vermeden barış olamaz. “Ya hep ya hiç” yaklaşımı Apocuların değil, AKP’nin ve devletin yaklaşımıdır: Erdoğan “ya benim iktidarım, ya da hiç” demekte, devlet de “ya benim devlet bekam ya da hiç” demektedir. Başkan Öcalan ise “Erdoğan’ın iktidar ve devletin beka konusundaki uzlaşmaz tutumunu” hesaba katarak “halkların ortak çıkarları adına” demokratik her türlü uzlaşmaya açık olduğunu ilan etmiştir.
Herkesin merakla beklediği İmralı’dan yapılacak olan çağrıyı bu temelde değerlendirmenin doğru olacağını düşünmekteyim. Müzakere sürecinin sonuçlarını, durumun ciddiyetini bilen insanlar, “kim daha çok taviz verdi, kim daha az kazandı” gibi basit bir kıyaslamayla değerlendirmeyeceklerdir.
Buna mukabil, nasıl ki Erdoğan’ın “kırmızı çizgisi” kendi iktidarı ise, nasıl ki devletin “kırmızı çizgisi” devletin “bekası” ise, nasıl ki Başkan Öcalan bu “kırmızı çizgilerle” halkların çıkarları arasında bir denge kurmaya çalışıyorsa, bu süreçte, görebildiğim kadar Kürt Özgürlük Hareketi’nin de “kırmızı çizgisi” var: “Öcalan’a özgürlük.”
Başkan Öcalan darağacının altında olduğu günden bugüne kadar, kendi kişisel durumuyla ilgili olarak devletten en küçük bir talepte bulunmamıştır ve kendi örgütünden de böyle taleplerde bulunmasını kesin bir dille istememiştir. Ancak Öcalan’ın kişisel geleceği, sadece onun kişisel kararına bağlı olamaz. Bu karar devrimci bir meydan okuma ve devrimci ahlakın gereği olmakla birlikte, Öcalan’ın kişisel durumu elli milyonluk Kürt halkını, 25 milyon kadını, bunların öncüsü Kobanê zaferini kazanan ve tünellerde savaşan kadın-erkek gerillaları, Kürt halkının dostlarını, dünyanın en saygın Nobel ödüllü bilim insanlarını, kısaca dünya barışında Öcalan’ın oynayacağı rolü bilen herkesi ilgilendiriyor.
Neden? Çünkü bu saydığımız özneler, Başkan Öcalan’ın bu istisnai rolünü İmralı esareti koşullarında oynayamayacağını çok iyi biliyorlar. Kişisel durumunu müzakere konusu yapmayan Başkan Öcalan’a rağmen, o nedenle bu müzakerede varılacak sonuç ne olursa olsun, bu sonucun halkların yararına hayata geçebilmesinin ön koşulunu “Öcalan’ın özgürlüğü” olarak ilan ediyorlar.
Evet, müzakerede her türlü uzlaşma amaçlı tavizler verilebilir, verilemeyecek biricik taviz Başkan Öcalan’ın özgürlüğüyle bağdaşmayan tavizlerdir. Elbette Başkan Öcalan’ın özgürlüğü büyük ihtimalle belli aşamalardan geçecektir. Örneğin asgari olarak “umut hakkının tanınmasıyla” böyle bir özgürleşme süreci başlayabilir, tecritin kalkması ve ardından “ev hapsi” ile özgürleşme süreci ilerleyebilir. Başkan Öcalan’ın özgürlüğü nasıl bir günde gerçekleşmeyecekse, yapacağı çağrı da bir gün içinde uygulamaya geçemez, O’nun özgürleşmesinin her aşamasında adım adım uygulanır ve ancak Öcalan hiçbir kısıtlama ve şarta bağlı olmaksızın özgürleştiği zaman tümüyle hayata geçirilir.
Çünkü Erdoğan’ın kendi iktidarı için, devletin de devlet bekası için dayatacağı talepler ne olursa olsun, isterse bu talepler “tasfiye” amacına yönelsin, sonuçta ortaya ne ölçüde bu taleplere yönelik bir uzlaşma ortaya çıkarsa çıksın, Başkan Öcalan’ın özgürlüğü “tasfiyenin” panzehiridir. Öcalan’ın özgürlüğe kavuşması dört parçayı ve sınırlar ve statüler olduğu gibi kalsa bile elli milyonluk Kürt halkını birleştirerek, her parçadaki Türk, Arap, Fars halklarıyla kardeşleştirerek, şu andaki “silahlı pat durumundan” yepyeni bir aşaya yükselen yenilmez bir güç yaratacaktır. Kürdistan halkı Başkan’ın yokluğunda ulusal birliğini sağlayamamış, meydan ihanetçi unsurların yıkıcı faaliyetine açık hale gelmiş, Türk devleti bundan yararlanarak Efrîn’den, Serêkaniyê’ye, oradan Başûr Kürdistanı’na kadar Kürdistan’ı işgal etme imkanını kazanmış, Rojava saflarında işbirlikçi unsurları hareketlendirmiş, gerçekte oy oranı yüzde yirmiye varan legal Kürt hareketini zorbalıkla sınırlamış ve belediyelerde halk iradesini gasp etmiştir. Kürdistan halkları Başkan Öcalan’ın etrafında yenilmez bir ulusal birlik oluşturduğu zaman, hiçbir devlet bu birliğe karşı koyamayacaktır.
O nedenle beklediğimiz İmralı çağrısında nelerin ifade edildiğinden çok, bu çağrı yapıldığı zaman devletin Başkan Öcalan’a karşı tutumu, o çağrıdan çok daha önemli bir sorun olacak, çağrının kaderi işte devletin bu tutumuna bağlı olarak belirlenecektir.
“Terörsüz Türkiye” diyorlar ya, böyle bir Türkiye’yi ne Erdoğan ve ne de devletin kendisi gerçekleştirebilir. Gerçekleştirebilseydiler, İmralı kapısına gitmezlerdi. Eğer Erdoğan ve devlet silahlar sussun istiyorlarsa, bunun yolu “Öcalan şartsız sınırsız özgürce konuşsun” demekten geçmektedir. Elbette hiç kimse Türk devleti de tanklarını, toplarını, uçaklarını gömsün, ordusunu dağıtsın demiyor. Denen şu: Devlet silahların namlularını başında özgürleşmiş Öcalan’ın bulunduğu Kürt halkına ve demokrasi güçlerine karşı yöneltmekten vaz geçsin, bunu sağlayan ve garanti altına alan radikal bir demokratikleşme gerçekleşsin…
Bundan sonra Türkiye’de Erdoğan mı iktidarda kalacak, İmamoğlu mu, Yavaş mı başkan olacak, devlet bugünkü merkeziyetçi yapıyı mı sürdürecek, özerk bölgeler mi kurulacak, yoksa halkın yerellerden yönetimine mi geçilecek, bırakalım da bunlar siyasi güçlerin silahsız, legal, barışçı mücadelesiyle tayin edilsin…