Silahların eşitliği olmadan barış da olmaz
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Barış sürecinin teminatı Kürt halkının özsavunma güçlerini korumasıdır. Devlet saldırmadıkça gerilla güçleri de saldırmayacağına göre, “silahların gömülmemiş olması” barışın önünde engel değil, en önemli teminattır.
Selahattin Erdem’in önceki gün gazetemizde yayınlanan yazısı temelinde “barış” meselesi üstüne daha derinlemesine düşündüm. Vardığım sonuç aşağıdadır:
Devletler arasında barış ne zaman gündeme gelir?
Savaş her iki devlet açısından “zaferle” sonuçlanmadığı, biri daha az, diğeri daha çok kayıp verse de, savaşın devamı her iki devlet için yıkıcı sonuç verdiği zaman barış gündeme gelir. Ne yenen ve ne de yenilen varsa taraflar zorunlu olarak barış masasına oturur.
Birbiriyle savaşan devletler arasında barış hangi asgari koşullarda sağlanır?
Birbirlerinin toprak bütünlüğünü, sınırlarının dokunulmazlığını, yani “varlığını” tanıma koşullarında sağlanır. Barış müzakeresi bu asgari ve olmazsa olmaz şart temelinde başlar. Barış masasında daha güçlü olan devlet daha fazla, daha güçsüz devlet daha az kazançlı çıkacak olsa da, güçlü ve güçsüz devlet birbirinin varlığını tanıyacaklardır. Bu olmadan barış olmaz.
Demek ki, masaya oturmadan önce her iki devlet birbirlerinin bağımsızlığını ve varlığını tanıma sözü vereceklerdir.
Ama verilen sözün teminatı nedir?
Her iki tarafın kendi savunma güçlerine sahip olmasıdır. Kim sözünden cayarsa bunun müeyyidesi savaşın yeniden başlamasıdır. Yani başa dönülmesidir. Başa dönmek dediğimiz gibi, her devlet için yıkıcı olduğundan, tarafların silahlı güçlerinin varlığı barışın teminatıdır.
Bu söylediklerim, barış sürecinin ilk aşamasıdır. Barış sağlanmış, ancak “düşmanlık” sona ermemiştir. Taraflar için her an yeni bir savaş tehlikesi sürmektedir.
Kalıcı barış nasıl sağlanır?
Her iki devlet arasında önce ekonomik ilişkiler geliştirilir. Böylece barış için ikinci teminatın şartları yaratılır. Taraflar savaştıkları takdirde karşılıklı olarak ekonomik çıkarlarının zarar göreceğini bildikleri için, bu ekonomik ilişkiler savaş eğilimini frenler. Ekonomik ilişkileri kültürel ilişkiler izler. Başlangıçta her iki devlet birbirinin tarihine, geleneklerine saygı gösterirler. Karşılıklı kültür alışverişi gelişir. Ama bu yetmez. Çünkü savaş sürecinde iki halk birbirine düşman olmuştur, savaşta yüzbinler, milyonlar can vermiş, şehirler harabeye dönmüştür. İntikamcı-milliyetçi sosyal-psikolojik ortamın yerini halklar arasında kardeşlik psikolojisinin alması uzun bir zaman gerektirir.
İşte bu da sağlanınca, taraflar karşılıklı askeri güçlerini azaltmaya başlarlar. Kapitalizmde olacak şey değilse de, böyle bir barışma sürecinin en sonunda, gündeme önce kitle imha silahlarının, en başta da nükleer, kimyasal, biyolojik silahların karşılıklı olarak yasaklanması ve nihai olarak topyekun silahsızlanma gündeme gelir.
Görüldüğü gibi “barış” sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.
Şimdi de bu kolay olmayan barışın Türkiye’de nasıl sağlanacağına bakalım.
Peşinen söyleyelim ki, Türkiye “iç savaşında” barışın sağlanması, devletler arasındaki barıştan çok daha zordur. Çünkü devletler barışın ilk aşamasında birbirlerinden devlet sınırları ile ayrılmışlardır, bu devletlerin birbirine düşman edilen halkları kendi devletlerinin sınırlarının ötesinde, o sınırları koruyan devlet silahlı güçlerinin teminatı altında yaşamaktadırlar. O devletlerin halkları kendi sınırları içinde birbirlerine karşı ne kadar nefretle dolu olsalar da devlet sınırlarını aşıp birbirlerinin kanını dökemezler.
Devletlerin askeri güçleri, polis teşkilatları, yargı organları birbirlerinin topraklarında yer almadıkları için birbirlerinin yurttaşlarını öldüremez, tutuklayamaz ve yargılayamaz.
Oysa Türkiye ile Kürdistan arasında, her iki tarafın koruduğu resmi devlet sınırları yoktur. Büyük bir Kürt nüfus Türk nüfusla iç içe yaşamaktadır. Yaşadığı Türk şehirlerinde, diyelim ki “barış” ilanından sonra, DAİŞ benzeri Türk örgütlerinin Kürt halkına karşı saldırıları durumunda eğer özsavunma güçleri yoksa, tıpkı 6-7 Eylül Rum pogromu gibi soykırımı önlemek mümkün olmaz.
Kürdistan yarın “barış” ilan edilse bile, Türk ordusu bölgeden çekilmedikçe askeri tehdit altında kalacaktır. Ordu bırakalım şehirleri, köyleri bile işgal etmiştir. Polis güçleri Kürdistan’da merkezi devlete bağlı kaldıkça hiç kimse özgürlüğünden emin olamayacaktır. Kürtleri Türk yargısı yargıladığı durumda hiçbir Kürt adalete güvenmeyecektir. Türkler bile güvenmiyor.
İlk adım elbette “barıştır.” Bunun da ilk pratik adımı “mütareke” yani silahların susması, daha anlaşılır ifadeyle uzun erimli bir “ateşkestir.”
Ateşkes anlaşması barışın ilk adımıdır, ama ne TSK’nın ne de HPG’nin “silahları gömmesi” değildir. Silahlı tarafların birbirlerine bu silahları, barış anlaşması imzalanana kadar kullanmamalarıdır.
Ateşkes anlaşmasında silahlı güçler birbirleriyle temas noktalarından geriye çekilebilirler. Ya da taraflardan biri, diyelim ki gerilla TC sınırlarının dışına çıkabilir. Bu gibi durumlar yaşanmıştır. Ancak kalıcı barış anlaşması yapılana kadar hiç kimse silahlarını gömmemiştir.
Barış anlaşmasının ilk adımını atmak, hiçbir demokratik değişim olmasa da çok basit bir kararla gerçekleşir. Taraflardan biri “tek taraflı ateşkes” ilan edebilir ve devlet de buna fiilen uyar. Bu da kısa süreli de olsa yaşanmıştır.
Ancak barışın bu adımı barış değildir. Barışın olabilmesi için asgari şart, Türkiye söz konusu olduğunda devletin karşısındaki gücün meşruiyetini, onun dayandığı Kürt halkının varlığını ve haklarını tanıdığını ilan etmesidir. Savaş bunlar olmadığı için çıkmıştır. Bunlar olmadan da barış zaten olamaz.
Devletin “tanıma sözü” vermesi asgari şart olmakla birlikte barış süreci için hiçbir garanti teşkil etmez. Çözüm süreci bunu kanıtlamıştır. Söz verilmiş, fakat eylem tam tersine olmuştur. Gerilla TC sınırlarının gerisine çekilirken devlet gerillanın çekildiği her tepeye bir kalekol kurmuştur. Sonuç zaten biliniyor.
Barış sürecinin ikinci ve yine yeterli olmayan şartı, “Kürt halkının varlığını tanıma sözünün” somut demokratikleşme ve çözüm yolunda adımlar atılmasına bağlıdır. Çözüm sürecinde köklü hukuki düzenlemeler yapılmasa bile bazı adımlar atılmıştır. Atıldığı gibi bu adımlar geri alınmıştır. Eğer o süreçte HPG güçleri silahlarını gömmüş olsaydılar, ne olurdu? Ne İmralı kapısı aralanırdı, ne DEM Parti’den eser kalırdı, silahsız tüm savaşçılar teker teker tutuklanır, işkence altında öldürülür, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarıyla zindanda çürütülürdü. Özsavunması olmayan Kürt halkı bu saldırıya karşı isyan ettiğinde, asıl o zaman şehirler, kasabalar ve köyler yerle bir edilirdi.
Bugün Başkan Öcalan’ın yedi maddelik açıklaması temelinde fiili bir barış müzakere sürecine doğru adımlar atılıyorsa, bu süreç Kürt halkının caydırıcı özsavunma potansiyeli sayesinde yaşanmaktadır. Bu potansiyel bugün “gömülsün”, Erdoğan “soykırım yoluna devam” diyecektir. Çünkü Kürt yaşıyorsa yeniden özsavunma potansiyelini gömüldüğü yerden çıkaracaktır. “Çöktürülmesi şarttır.”
O halde barış sürecinin teminatı Kürt halkının özsavunma güçlerini korumasıdır. Devlet saldırmadıkça gerilla güçleri de saldırmayacağına göre, “silahların gömülmemiş olması” barışın önünde engel değil, en önemli teminattır. Erdoğan’ın “ya silahınızı gömün ya da sizi silahınızla birlkte gömeriz” içi kof tehdidini duyduğum gün aklıma şu soru geldi: Acaba hangisi kolay? Silahlıyı gömmek mi, silahsızı gömmek mi? Güldüm: Erdoğan işin kolayına kaçıyor çünkü.
Barış sözcüğü güzeldir, kulağa hoş gelir ve kim barış istemez ki?
İstiyoruz, ama barışın savaşmaktan çok daha zor olduğunu bilerek…
Selahattin Erdem’in yazısı hepimiz için tam yerinde bir uyarı olmuştur.