Hukuk, ahlak ve demokrasi

Cafer TAR yazdı —

  • Eğer bir ülkede temsiliyet bir aşamadan sonra halka rağmen hale gelmişse orada sadece bir yerde değil, ülkenin tamamında demokrasinin varlığından bahsedilemez. Ülkenin bir yerinde sözde demokrasi başka bir yerinde Kayyum Darbesi varsa o ülkenin hiçbir yerinde demokrasi yoktur.

Demokrasilerde temsiliyet işin özünü oluşturur. Kimi ülkelerde şekli temsiliyet bir biçimde sağlanır, fakat içerik olarak temsiliyet önemli ölçüde devre dışı kalır. Bunun sonucunda bir süre sonra halk tarafından seçilip parlamentoya gönderilen vekiller veya belediye yöneticileri artık kendilerini seçen geniş halk yığınlarını değil, kendilerini temsil eder hale gelirler.

Halk ise bu işin tamamen dışında, kimi zaman sadece aktif taraftar; fakat asıl olarak sadece etkilenen, yönetilen olarak kalmanın dışında hiçbir şey yapamaz. Siyasal alan tamamen profesyonel siyasetçilerin kontrolündeyken, yargısal alan da halka kapatılır; bu alanda halkın hiçbir inisiyatifi kalmaz. Kimi ülkelerde halkın farklı kesimleri duruşmalara “jüri üyesi” olarak katılır, yargılamanın teknik boyutuna katılamaz; fakat en azından kimin suçlu, kimin suçsuz olduğuna karar verir.

Dolayısıyla yargı sadece dar anlamda sadece hukuki alana sıkışmamış olur; “jüri” üzerinden ahlaki alana doğru genişlemiş olur. Aslında hiçbir hukuk sistemi sadece profesyonel hukukçulara bırakılamaz, demokratik katılım ve ahlakilik olmadan adalet olmaz; dolayısıyla bütün hukuki süreçler aynı zamanda ve belki de hukuktan çok ahlaki süreçlerdir.

Halka yabancılaşmış, halkın üzerinde konumlanmış bir hukuk sistemi bir süre sonra adalet üretemez; tam aksine iktidarı elinde bulunduranların baskı araçlarından birine dönüşür. Nitekim Türkiye’de günümüzde yaşanan tam da bu olmaktadır.

İşine geldiğinde “Türkiye’de yargı bağımsızdır!” diyen; fakat başka bir olayda “ben bu makamda olduğum sürece falanca cezaevinden çıkamaz!” diyen zihniyet sadece bütün topluma karşı suç işlemez; aynı zamanda kendi meşruiyetini de tartışmaya açar.

Burada temel sorun şudur; iktidarın elinde basit bir araca dönüşen mahkemelerin kararları toplum vicdanı hiçbir etki yaratmadığı gibi; zamanla bütün saygınlığını da yitirir. Türkiye’de yaşanan tam da budur. Türkiye’de yargıya güven inanılmaz gerilemiş durumda; yargı kararları toplumda eskiden bir trajedi olarak algılanırdı; şimdilerde kötü bir trajik komedi olarak algılanıyor.

Yakın zamanda Türkiye iki önemli hukuksuzluğa şahit oldu; bunlardan ilki Kobanî davasında mahkemenin kuyumcu titizliğinde hukuku ayaklar altına alarak verdiği kararlar, ikinci olarak da geçenlerde DEM Parti Colemêrg Belediye Eşbaşkanı Mehmet Sıddık Akış’a verilen uydurma hapis cezası sonrası Colemêrg Belediye’sine yapılan kayyum atamasıdır. 

Her iki olayda da hukuk ayaklar altına alınmış ve milyonlarca insanın seçtiği temsilciler görevden alınmış, hapsedilmiştir. Burada cezaevine gönderilen sadece bir insan değil; onun seçilmesine neden olan temsil ettiği değerler ve onu seçen insanların demokratik iradesidir.

Eğer bir ülkede temsiliyet bir aşamadan sonra halka rağmen hale gelmişse orada sadece bir yerde değil, ülkenin tamamında demokrasinin varlığından bahsedilemez. Ülkenin bir yerinde sözde demokrasi başka bir yerinde Kayyum Darbesi varsa o ülkenin hiçbir yerinde demokrasi yoktur. 

Çünkü bununla devlet bu ülkede herkesin oyunun eşit olmadığını; kimilerine bu ülkede kendi kendini yönetebilme hakkının verilmediğini, bu insanların aslında devlet tarafından hakları olan vatandaşlar olarak görülmediğini itiraf etmektedir. Böyle bir rejim hangi teraziye vurursanız vurun anti demokratiktir, despotiktir.

Colemêrg’de sadece DEM Parti Belediye Eşbaşkanı cezaevine atılmamış; aynı zamanda bütün Colemêrg halkının kendi sorunlarının tespit edilmesi ve çözüme kavuşturulması sürecine katılması, kendi iç demokrasisini geliştirebilmesi süreci de sekteye uğratılmıştır.

Siyaseti zenginleşmenin bir aracı olarak gören Türk siyasetinin sağı ve solu Kürt demokrasisinden korkmaktadır; eskiden Kürtleri “düz ovada siyaset yapmaya” çağıranlar, şimdi Kürtleri demokratik süreçlerin dışına itebilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Kürtler açısından yerel yönetimler paradigmasal açıdan merkezi yönetimden daha önemlidir; Kürt Halk Önderi demokratik dönüşümü en asgaride komünlerden başlayan bir süreç olarak tanımlamakta ve bu noktada halkın yerelde kendi ihtiyaçlarını kolektif olarak belirleme ve çözüme kavuşturma sürecine özel bir önem vermektedir.

Bu noktada dar anlamda kolektif ihtiyaçlar sadece tanımlanıp çözüme kavuşturulmuş olmaz; aynı zamanda toplumsal yabancılaşma aşılır ve insanlar arasında dayanışma duygusu güçlendirilir.

Kürtler devlet ne yaparsa yapsın; demokratik/dayanışmacı, toplumun tamamının katılımını esas alan, ekolojik, demokratik toplum inşasından asla vazgeçmeyecekler ve bütün zorluklara rağmen kendilerini dönüştürürken bütün diğer halkları da kendileri ile birlikte dönüştürecekler; hiçbir darbe ve zülüm bu halkı yolundan döndüremez!

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.