İç ve unut
Arif ALTAN yazdı —
- Duyular gidiyor, hileli sözler geliyordu. Mertlik düşüyor, yüzsüzlük çıkıyordu. Neşe gidiyor, kasvet çöküyordu. Esin gidiyor, söylev her şeyin yerini alıyordu.
Ne yapacaklarını söylediklerinde neyi yapmayacaklarını iyi bildiğimiz bir şuursuz esenlikler zamanıydı. Acının ve kör talihin merhametli şairi fena yanılıyordu; suçluyu kimsenin terk ettiği yoktu. Acıyla sınanmıyor, yokluk ve çileyle tartılmıyor, yalnızlıkla kuşanmıyordu. Yücelik ve küçüklük başka bir şeydi, suç ve suçsuzluk başka bir şey. Her büyük cürmü gönül zenginliğinden bilen, dinmek bilmeyen eğlence çılgınlığını çığların değil baharın çığlıklarıyla bağdaştıran coşkulu yanlışlıklar çağıydı. Hataları ve günahları, günahkârı tanımayı öğretmiyor, erdemin ihtiyacı olan tek şey ibadete, onun da yolu mutluluk yoluna çıkmıyordu. İblis değil, azizlerdi terk edilen. Suçsuzlar ve kurbanları kucaklamak için binlerce kol açılmıyordu. Bağırlara basılanlar sağaltanlar değil, yürekleri söküp alanlardı. Lirik felaketler ozanı büyük yanılıyordu. Suçun vasat ruhlularını değil, yüzüstü bırakılan, ona değer vermekten ya da onun için gözyaşı dökmekten utanılan, çağından arınmış olanlardı. Tüm yüreklerden sürgün edilen, ruhları küçüldükçe kibri büyüyenler değil, insan haysiyeti namına nefsine hükümran, eziyetin doruklarına sessizce kurulanlardı.
Ezeli söylenceyi yıkım çağının dokusuna uyduran ozan, imgeyi zararına büküyordu: Servet ve şöhret tahtına tırmanırken, görünürlüğün ilk basamağında küçücük sığ ruhların ilgiye olan susuzluklarını giderdikleri tuhaf bir ırmağa rastlayacaksınız. İçtikleri bu suyun sarsıcı etkilerinden biri de geçmişi unutturması. Bu kaynaktan içip önceki düşük hayatını tümden unutanların, kuşandıklarına doğuştan sahip olduğuna inandıklarına tanık olacaksınız. Vaktiyle bir sefil, bir hırsız, bir katil, bir hain olduğunu asla anımsayamayan bir azgınlar ordusu. Dostunu bıçaklamıştır, kardeşini vurmuş, sevdiğini parçalamış, çocuğunun kanıyla susuzluğunu gidermiştir. Yoksulu çarpmış, çaresizi ele vermiş, cesuru zehirlemiş, asla eğilmeyeni çarmıha germiştir. Her kötülüğün dibinden geçip bütün iyiliklerin üstüne çıkan bu düşük ruhlu ölü hafıza gezginleri, borçlu değil alacaklı olduğunu söyleyeceklerdir. Engin, berrak sulara açılan ama bir zamanlar içine doğdukları çamur deryasını hiç hatırlamayanlardır onlar.
Tertemiz kalmanın zevkini, utancın inceliklerini duyanların rahatlığından hiçbir şeyin sinmediği ağır, müphem bir havada öylece ilerliyorduk. Arasına karıştıklarımız, gök ötesi tanrılar gibi yüzsüz, sağır, ifadesiz süzülen ruhlar kalabalığı. Devir başka bir devir, iklim farklı zamanların sesi ve sessizliği. Kim bizden neyi isteyebilir, biz kimden neyi isteyebilirdik! Hem kötüydük hem iyi. Hem tedirgin hem korkusuz. Tövbekarlık durumunda günahkarlık durumundan daha tehlikeli olduğumuz günlerdeydik. Hayatı bir destan gibi yaşayan ateş gözlü insanlar gidiyordu, hacimsiz gölgelerin kahkahaları siniyordu. Şen çocuklar gidiyor, kırış kırış ihtiraslar dönüyordu. Gün batımına diriler yürüyor, gün doğumuna ölüler koşuyordu. Aydınlık yüzler geceye boğuluyor, simsiyah ruhlar gün ışığında beliriyordu. En yükseğe tek isteğine tüm dünyayı bir çırpıda satmaya hazır olanlar çıkıyor, en dibe herkes için yaşamı örenler iniyordu. Kır çiçekleri buruşuk eller için serpiliyor, mezarlar bahar yürekliler için açılıyordu. Gidenler gelmiyordu, gelenler gitmiyordu. Tatlar ve kokular kayboluyor, her lezzete genişleyen yavan ağızlar, her kokuya uzayan başlar görünüyordu. Duyular gidiyor, hileli sözler geliyordu. Mertlik düşüyor, yüzsüzlük çıkıyordu. Neşe gidiyor, kasvet çöküyordu. Esin gidiyor, söylev her şeyin yerini alıyordu. İçtenlik çekiliyor, yeryüzünü gevşeklik ve suçluluk hitabeti sarıyordu. Yağmurlar göçüyordu, gökyüzünü safran sarısı toz bulutları kaplıyordu.
Tutkuların bir dayanağı, yeryüzünün bir rengi yok gibiydi. Yerçekimi tersten işliyordu, tabiatın bütün kuvvetleri alışılmadık bir düzen izliyordu. Çökmesi gereken her şey yükseliyordu, yükselmesi gereken her şey düşüyordu. Boş olan ağırdı ve her yeri kaplıyordu, dolu olan uçucuydu ve hiçbir iz bırakmadan yok oluyordu. “İçin” diyordu hatipler, “için ve her şeyi unutun!” Bildiğine yenik yokluklar şairi ise bitkinliğine sövüp duruyordu: Ya cesaretimiz tam olaydı ya da ağzımızla kalbimiz arasında aşılmaz bir dağ yükseleydi de yüreğimizden geçen dilimize böyle yarım yamalak vurmayaydı…
“İçtik ve sustuk” diyordu, “Her şeyi, ama her şeyi…”