Ruhları parçalayan derin bir sızı
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Çocuklarıyla birlikte Başûr savaşını izleyen yurtsever baba ve anne derin ve insani bir çelişkinin içindedir. Skorsky’yi düşüren gerillayı bağrına basmak isteyen, Türk devletine ve ona hizmetçilik eden Barzanilere lanet okuyan anne, şehit haberlerini duyduğu anda çocuğuna korkuyla sarıldığı zaman, kalbinin gizli bir yerinde itiraf edemediği bir sızı duyar.
“Benim çocuğum gitmesin, komşumun çocuğu gitsin” cümlesinin yer aldığı yazımı okuyan bir okurum beni aradı ve buluştuk. Eski bir milisti. “Yazını okudum ve o anda evdeki çocuklarımın yüzüne baktım” diye anlatmaya başladı. “Onları büyütmek ve eğitmek, geleceğe hazırlamak, mutlu bir aile kurmalarını sağlamak için çok çalıştım. Anneleriyle birlikte yıllarca onları gözümüz gibi koruduk. Üstlerine titredik. Ben sömürgeci devletle çarpışmış bir eski milistim. Hatırlıyorum: Jandarmalar babamı soymuşlar köyün meydanında döverek koşturuyorlardı. O gün annem ahırımızda sakladıkları silahı çıkardı bana verdi. ‘Namusumuzu koru” dedi, bir daha konuşmadı. Elini öptüm, helallik diledim ve köyün milislerine katıldım. İki kere vuruldum. Yaralarımı annem sağalttı. Ayağa kalktığımda yine elini öptüm, hayır duasını aldım. Azıkımı verdi, tek kelime etmeden beni kapıdan gözleriyle uğurladı. Şimdi köyümden Kürt’e düşman devletten çok uzaklardayım. Annem ve babam köyümüz yakıldıktan sonra çok yaşamadılar. Yazını okuduğum zaman aklıma bunlar geldi.”
Gözünden birkaç damla yaş süzüldü.
“Annemin bana ‘namusumuzu koru’ dediği anı hatırlayınca, çok düşündüm. ‘Vurun Kürt uşağı namus günüdür’ türküsünü göz yaşları içinde mırıldandım. Sonra utanç içinde gözüm gibi koruduğum çocuklarıma baktım. Annem gibi olamadığıma yanarım.”
Hangi serhildandı hatırlamıyorum. Özgür Gündem adına Amed’deydim. Kitle asker barikatını yarmış yürüyordu. Öndeki gençler, “Erdoğan şaşırma, bizi dağa taşırma” diye slogan atıyorlardı. Hemen arkamızda yürüyen başı tülbentli, yaşlı bir annenin “Allah göstermesin” dediğini duymuştum. Yanına yanaştım. Hem yürüyor, hem konuşuyorduk. Bir kızı şehit düşmüş. Onun küçüğü hala dağdaymış. “Neden bu yaşımda şu gençlerin ardında yürüyorum biliyor musun” dedi. “Barış gelsin de artık gençler analarının dizinin dibinden ayrılmasınlar diye.” Sonra biraz düşündü: “Ama şunlara bir bak. Elimizde silah yok, bize neler ettiklerine bak. Gazdan ciğerlerimiz yandı. Önde gidenlerin arasında oğlum da var. Bu yürüyüş onu dağa götürür. Ablasının intikamına yemin etmiş. Ne diyeyim; ananın dizinin dibinde otur mu diyeyim?”
“Erdoğan şaşırma, bizi dağa taşırma” sloganlarına gaz bombalarının sesleri karıştı. Göz gözü görmez oldu. Anne bir tarafa ben bir tarafa savruldum.
Şimdi Erdoğan iktidarı Başûr Kurdistanı’nı işgal ve ilhak ediyor. HPG ve YJA-Star savaşçıları vatan savunmasında. Hepsinin birer ailesi, annesi, babası, kardeşleri var. Onlar, hele anneler, yürekleri ağızlarında, HPG BİM’in her gün bildirdiği savaş haberlerini izliyorlar. Kalplerinde savaşan evlatlarının kahramanlığından duydukları gururla, onları kaybetme korkusu çarpışıyor.
Antakya’da evimiz İskenderun Caddesi’yle Asi Nehri arasında şehrin son evlerinden biriydi. Kore Savaşı’na Antakya’dan sevkedilen askerler evimizin önünden otobüslere bindirilmişti. Çoğu, o sıralar “Fellah” diye Türklerin aşağıladığı Alevi ve Sünni Araplardı. Kardeşim Ayşe’yle birlikte cadde kenarında dikilmiş korkuyla olanları seyrediyorduk. Asker anneleri kendilerini yerlere atıyor, yüzleri toz toprak içinde hıçkırıklarla ağlıyor, dövünüyorlardı. O askerler büyümüş gözleriyle annelerine bakıyordu. Kanun zoruyla askere alınmışlar, ölüme gönderiliyorlardı. Başlarında süngülü inzibat erleri vardı.
O zamanlar altı yaşımdaydım. Çok uzun zamanlar sonra Van’ın bir beldesinde, adını şu an hatırlayamadığım bir festivale gitmiştim. Çözüm süreci henüz devam ediyordu. Hava kararınca binlerce insanın katıldığı bir yürüyüş başladı. Hepsinin ellerinde meşaleler vardı. “Resim çekmeyin” uyarıları yapıldı. Yürüyüşçüler önümüzden geçtiler, ilk tepeye tırmandılar, giderek uzaklaştılar, çok uzun bir ışıklı çizgiye dönüştüler, sonra dağın yalçın kayalıklarının arasında gözden kayboldular. Saatler sonra yürüyüş kolu geri döndü. Sayıları azalmıştı.
Dönenler arasında bir kadınla erkeği tanıyordum: “Ne oldu?” diye sordum. Gözleri yaşlıydı ama gururla şöyle dediler: “Çocuklarımız katılım yaptı.” “Katılım” kelimesinin anlamını ilk defa o anne ve babadan duymuş oldum.
Şimdi düşünüyorum. O Kurdistan dağlarında ışıklı bir çizgiye dönüşen “katılımcılar” acaba neredeler? Konuştuğum anne-baba hayattalar mı? Yazdığım bu yazıyı okuyacaklar mı? Hevaller kervanına katılanların kaçı şehitler kervanına katıldı acaba? Belki bazıları savaşta dehşetli deney kazanmış komutanlar olarak şimdi Zap’ta savaşıyorlardır. Belki kimisi gazi olmuş aramızdadır da “ne polis farkındadır, ne biz farkındayız”. Kışlalarda askerlik yapanların bitmez tükenmez askerlik hikayelerini çok dinledim, ama Zilan deresinin kıyılarından dağların karanlığında ışık olanların “hikaye” anlattıklarını duymadım. O gün savaşmışlar, bugün savaşmakta olan gençlerle dayanışma için kimisi yürüyüşlere katılıyor, kimisi mitinglerde toplananlara su, ayran, döner dağıtıyor, kimisi müzisyen olmuş “Ey Raqip”marşını söylüyor.
İnsan ne asker olarak doğar, ne gerilla olarak. Savaş kimisini annesinden babasından zorla alır askere yazar, kimisini ise annesi-babası arkasından dualarla “su gibi gitsin, su gibi dönsün” diyerek dağa yolcular.
Bir arkadaşımdan yurtsever bir Kürt ailesinin 1990’larda yaşadığı trajediyi dinlemiştim. Oğulları daha on iki-on üç yaşlarındayken Apocularla tanışmış. Kitaplar okuyormuş. Annesi, babası “eyvah dağa gidecek” diye karalara bürünmüş. Ne yapmışlar, ne etmişler oğullarını dağdan uzak tutmuşlar. Okutmuşlar. Çocuk liseyi bitirmiş. Üniversiteye güçleri yetmemiş. Çocuğun askerlik zamanı gelmiş. Aile yoksul. Para ödeyip bedelli askerliğe de yazdıramamışlar. Bir gün eve tebligat gelmiş, oğullarını askere almışlar. Askerliğinin yedinci ayında oğullarının ölüm haberi gelmiş. Haberi getiren subay ve askerler evlerinin duvarına Türk bayrağı asmaya kalkınca anne koynundan sarı-kırmızı-yeşil bayrağı çıkarmış, bu bayrağı asın demiş. Orada anne ve baba gözaltına alınmış.
Çocuklarıyla birlikte Başûr savaşını izleyen yurtsever baba ve anne derin ve insani bir çelişkinin içindedir. Skorsky’yi düşüren gerillayı bağrına basmak isteyen, Türk devletine ve ona hizmetçilik eden Barzanilere lanet okuyan anne, şehit haberlerini duyduğu anda çocuğuna korkuyla sarıldığı zaman, kalbinin gizli bir yerinde itiraf edemediği bir sızı duyar.
İnsan, ruhunu parçalayan böyle bir çelişkiyle ömür boyu yaşayamaz.
Oysa ne yaparsak yapalım, hiçbir çocuk sonsuza kadar çocuk kalmaz. Kuş misali bir gün yuvadan kanatlanıp özgürlüğe uçacaktır. Her ana kuş gibi, kalbimizdeki sızıyı bastırıp, ona uçmayı öğretme zamanıdır.
Çünkü akbabalar yuvalarımızın üstünde uçmaktadır.