Tehlike alarmının yarattığı tehlike
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Devlet karşı karşıya olduğu “beka” sorununu ya İmralı’yla, dolayısı ile Kandil’le uzlaşarak ve dışarıda tüm parçalardaki halklarla ve onların Öcalan önderliğindeki örgütleriyle barış yaparak çözecek ya da tıpkı Enver, Talat ve Cemal Paşalar gibi küresel güçlerden birinin peşinde maceraya atılacak.
Ne açılımı olduğu anlaşılmadığı için Bahçeli “açılımı” dediğimiz hadise sürüyor. Dışişleri Bakanı’ndan ve MHP Genel Başkan Yardımcısı’ndan sonra bizzat Bahçeli de konuştu. Bu defa konuşmasında Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehlikeleri ve bu tehlikelere karşı Başkan Öcalan’la uzlaşma zorunluğunu teker teker anlattı. Bunları anlatırken milliyetçi ve Kürt özgürlüğüne düşman iki cümle arasına son derecede dikkat çekici asıl mesajlarını yerleştirdi. Önce Bahçeli’nin ağzından karşı karşıya olunan tehlikelere o iki cümle arasına sıkışmış cümleleri öne çıkararak bakalım:
“En küçük ayrıntı devasa badirelere neden olacaktır. Kudretli olduğumuz dönemlerde ayağımızın altına halı gibi serilen kıtaların, yorgun ve zayıf düştüğümüzde nasıl da iki ucu keskin bıçağa dönüştüğü iyi bilinmekte. Hayat boşluk kaldırmaz tarih ise zafiyet kabul etmez.
* Kırılgan bir devletin zorlu sınamalarda kazasız belasız çıkması kolay değildir.
* Nükleer savaş, sistemin çöküş alarmıdır. Durum ciddi ve kritiktir. Füzelerin ateşlendiği, nükleer başlıklı füzelerin bekletildiği karanlık, görüş açımıza perde çekmiştir. Ne tarafa dönsek kanlı boğuşma sahneleri göze çarpmakta. Uluslararası sistem iflas bayrağını çekmiştir. Dünya ölümcül meydan okumaların sahnesine, kanlı vuruşmaların sahasına dönüşmüştür. Askeri basınçtaki yükseliş patlama seviyesine ulaşmıştır. Şiddetin pek çok varyantı tedavüle çıkmıştır. Türkiye hazır olmalıdır.
* Ukrayna alanlarındaki çatışmanın büyüklüğü yüzde 8.6'dan yüzde 70.5'e, Rusya'nın çatışma alanları da 10 katına tırmanmıştır. Rusya Devlet Başkanı Putin'in imzaladığı nükleer caydırıcılık doktrinini, Biden'ın Ukrayna'ya verdiği füze kullanım izninden sonra onayladığı açıktır. Dünyanın tamamı korku tünelindedir. Putin'in söylemi 3. Dünya Savaşı ihtimalini gün ışığına taşımıştır. Geçen yüzyılda yaşanan iki dünya savaşlarının en ağır sonuçları ile yüzleşen Türk milletidir. Barışı sağlamak, müzakere arayışında olmak stratejik önceliğimiz olmalıdır.
“Birilerinin dolduruşuna gelerek maceraya atılmak milli güvenliğimizi riske atacaktır. Kimseden korkumuz yoktur ancak barışı canlı tutmak varken savaş diline müracaat etmek, fason kahramanlık taslamak devlet aklı ile, tarih şuuru ile bağdaşmaz.
Türkiye'nin çevresi yeni nesil savaşlarla kuşatılmaktadır. Herkesin gözü üzerimizdedir. Alacağımız kararlar bölgesel akışı değiştirecektir. Bize bir şey olmaz kolaycılığıyla oyalanacak ne vaktimiz ne hakkımız vardır.”
Türkiye’nin böyle ölümcül tehlikelerle yüz yüze olduğunu ilan eden Bahçeli gibi ultra milliyetçi bir kişiden, bu sözlerden sonra “seferberlik ilan edelim, partileri kapatalım, seçimlere son verelim, milli birlik hükümeti kuralım” demesi beklenmez mi?
Demiyor. Ama şimdilik demiyor. Bir “ara dönem” yolu öneriyor:
“MHP her sözünün arkasındadır. 22 Ekim'deki grup toplantımızda ne demişsek hala arkasındayız. İmralı'yla DEM Grubu arasında yüz yüze temasın gecikmeksizin yapılmasını bekliyor, çağrımızı kararlılıkla tekrarlıyoruz".
Belli oluyor ki, Türk devleti “seçimsiz, muhalefetsiz ya da milli koalisyonlu” bir savaş rejimine yönelmeden önce son bir adım olarak, Başkan Öcalan’la uzlaşma arayışı içindedir. Bölünme korkusu yaşıyor. Uzlaşma olmadığı takdirde neler yapacağının işaretlerini de DEM Parti ve CHP belediyelerine kayyım darbesiyle, sistematik gözaltılarla, polis şiddetiyle ve “etki ajanlığı” yeltenişiyle net bir şekilde vermiştir.
Devlet karşı karşıya olduğu “beka” sorununu ya İmralı’yla, dolayısı ile Kandil’le uzlaşarak ve dışarıda tüm parçalardaki halklarla ve onların Öcalan önderliğindeki örgütleriyle barış yaparak çözecek ya da tıpkı Enver, Talat ve Cemal Paşalar gibi küresel güçlerden birinin peşinde maceraya atılacak. Bu maceranın sonunda Türk devletinin yıkıma uğrayacağı kesindir. Bu da Kürt halkının önüne özgürlük fırsatı getirebilecektir. Ancak aynı zamanda yalnız Türk devleti değil, bütün halklar, en başta da dört parçadaki Kürt halkı için sonu belli olmayan tehlikelere de yol açacaktır. Çünkü Türk devletinin bu aşamada sürükleneceği savaş, Kürdistan topraklarında bugüne kadar görülmemiş bir can kaybına sebep olacaktır. Savaşın merkez coğrafyası İsrail ile İran arasındaki Kürdistan topraklarıdır.
Ara dönemin belirsizliği sona ermeden bütün taraflar karşılıklı çıkar ve onurlu barış temelinde bir yol bulmak zorunluğu ile yüz yüzedir.
Ancak böyle bir yol, Bahçeli’nin “İmralı ile DEM Parti yüz yüze bir an önce görüşsün” demesiyle bulunamaz. Çünkü bu görüşmenin önündeki engel DEM Parti değildir. O, görüşmeye zaten hazırdır. Anlaşılması zor olan mesele Saray rejiminin bir yandan Başkan Öcalan’a avukatlarıyla görüş yasağı getirirken, rejimin ortağı MHP tarafından Öcalan’la görüşme çağrıları yapmasıdır.
Onurlu barışın yolunu açmak, bu “sonu bir türlü gelmeyen” çağrıların sonuç vermesini beklemekle sağlanamaz. Türk devletinin bugün de sürmekte olan saldırılarını geriletmek, kayyım darbesini boşa çıkartacak kitlesel direnişleri gerçekleştirmek gerekir. Bu amaçla muhalefetin saflarında bir ittifak sağlanmalıdır. Eğer Fidan’ın ve Bahçeli’nin “tehlike alarmı” Öcalan’la uzlaşmayı bir yandan önerirken diğer yandan imkansız kılarak, “muhalefetsiz, seçimsiz faşizme” geçmek için, seferberlik ve savaş hali ilan etmek amacını taşıyorsa, önümüzde iki yol var demektir:
Birincisi Başkan Öcalan’ın özgürlüğü için mücadeleyi en üst düzeye yükseltmek, onurlu barış ve çözüm yolunu açmak; ikincisi, “muhalefetsiz, seçimsiz faşizme” gidişin adımı olan kayyım darbesini püskürtmektir.
Demek ki durum demokratik güçler için de kritiktir, tehlikelerle doludur. Türk devleti için tehlike elindeki sömürgeyi kaybetmekse, bizler için tehlike Kürdistan’ın bu savaşta milyonlarca insanını kaybetme ihtimalidir. Mesele Türk devletinin çıkarlarıyla, Kürt halkının çıkarlarını bu ara dönem sona ermeden optimal bir noktada uyumlaştırma meselesidir.
Böyle durumlarda savaşın sonucunda kurtuluşu “beklemek”, güvenli evlerinde bekleyenleri belki mutlu edebilir, ama halkların hepimize “uğradığımız felaketi önlemek için neden beklediniz” diyeceği de kesindir.
Yaklaşan felaketi önlemek için elimizden geleni yapalım. Türk devleti yanaşmazsa “kendi düşen ağlamaz” diyerek, belki bir kere daha soykırıma uğrayacak Kürdistan’da Konfederal devrimi yıkıntılar üstünde de olsa, zafere ulaştıracağımıza inanalım. Apocu paradigma “ulus- devlet” yerine Demokratik Konfederalizm yolunu gösteriyor. Ancak bu yolun üstünde, son amaca varmadan önce “Kürt ulus- devleti” durağı halkın önüne çıkarsa, Öcalan önderliğindeki kuvvet bu kazanımı eminim ki, tereddüt etmeden bütün gücüyle savunacaktır. Tıpkı Başûr’u on yıldır savunduğu gibi…
Yani “Türk devletinin sınırlarını korumuyoruz”, bölge halklarının çıkarlarını savunuyoruz.