İki güvenilir, bir güvenilmez üç komşu
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Şu anda Türk devleti, “mezhebi” hesaplarla ve Suriye’yi yutma, yutamazsa Rojava'yı zapt etme amaçlarıyla değil, kendi güvenliği bakımından hangi komşusunun güvenilir olduğuna bakarak karar verme aşamasındadır: DAİŞ devleti mi, Özgür Rojava mı güvenilir komşudur?
Şam düştü. BAAS rejimi çöktü. Beşar Esad ülkesini terketti.
Tıpkı içinden çürümüş dev bir ağacın aniden yıkılması gibi. Nereden estiği, kimin estirdiği şu anda kanıtlarıyla ortaya çıkmış olmasa da, BAAS’ın “ulu çınarı” HTŞ’nin “orta kuvvetteki” rüzgarıyla bir anda devrildi.
Suriye, Osmanlı devletinin İngiltere ve Fransa tarafından Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda paylaşılmasıyla Orta Doğu’da “yaratılan” devletlerden biriydi. 1923’den 1946 yılına kadar Fransa’nın mandasıydı. 24 Ekim 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olarak resmen “bağımsız” bir devlet oldu.
Bu tarihe kadar kapitalist dünya sisteminin bir parçası olan Suriye, kısa bir zaman sonra “Pan-Arap” ideolojisinin etkileri altında, önce Mısır’la Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti, kısa bir zaman sonra da isminde “sosyalizm” terimini taşıyan BAAS partisi iktidarıyla birlikte Sovyetler Birliği ile ittifaka yöneldi.
Suriye’de şimdi yaşananlar, reel sosyalizmin çöküşünün ve bu çöküşün ardından her iki Basra Savaşı’yla başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’nın doğal ve hatta kaçınılmaz bir sonucudur.
Bir başka faktör ise, gerek Suriye’nin, gerekse Irak’ın siyasi-demografik anomalisidir. Irak’ta Saddam iktidarı Sünni Arap tabanına dayanıyordu. Oysa Sünni Araplar Irak nüfusunun ancak yüzde 30’unu oluşturuyor, nüfusun yüzde 60’ını aşan kesimini Şii Araplar, yüzde 10’nun büyük kısmını da Kürtler meydana getiriyordu. Suriye’de ise nüfusun yüzde 80’i Sünni Araplar’dan, nüfusun sadece yüzde 10’u Nusayri-Alevi Arap’lardan ve yüzde 10’luk nüfusun ezici çoğunluğu da Kürtlerden ibaret olduğu halde Esad rejimi esas olarak yüzde 10’luk Alevi Araplara dayanıyordu. Her iki ülkede halk çoğunluğuna dayanan demokratik bir rejim yerine diktatörlük rejimlerinin varlığı, diğer etkenlerin yanında bu siyasi-demografik anomalinin de bir sonucuydu. Irak’ta Şii Araplar ve Kürtler, Suriye’de ise Sünni Araplar ve yine Kürtler büyük ölçüde siyasi, toplumsal ve kültürel yaşamdan dışlanmışlardı. Diktatoryal zulüm altındaydılar.
Burada bir parantez açarak, o dönemde “ulusal kurtuluş hareketlerini” emperyalist sömürge sisteminin yıkılmasında önemli bir faktör olarak gören Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, bir çok Asya- Afrika ülkesinde askeri darbeleri ve kurulan diktatörlük rejimlerini, o aşamada anlaşılır nedenleri olmakla birlikte, halkların özgürce yaşamasını önemsemeden desteklemelerinin günümüzdeki trajik iç çatışmalardaki rolünü de kayda geçirelim.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan bütün “ulus- devletlerin” şu andaki çöküşüne baktığımızda, Başkan Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet” ve onun sosyal temeli olarak önerilen “demokratik ulus” paradigmasının bugün taşıdığı büyük önemi daha iyi anlayabiliriz. Şu anda “beka” histerisine kapılan Türk ulus- devletini yönetenlerin yaşananlardan ders çıkartması şarttır. Çünkü reel sosyalizmin çözülüşünden bu yana yaşanan alt üst oluşlar, “dış güçlerin” marifeti değil, günümüzde politikleşen halkların ulus- devlet kabuğuna sığmıyor olmalarının sonucudur. Emperyalist ülkeler ise ulus- devletlerin bu halkları zorla bastırmasından, bölgeye hakim olma fırsatını ustalıkla kullanmaktadır.
Suriye rejiminin çöküşüne ağlamanın ya da bunu emperyalizmin bölgeye hakim olması sonucunu doğuracağından endişeye kapılmanın anlamı yoktur. Çöken devletler ne ortada olmayan sosyalizmin müttefikleridir, ne “bağımsız” devletlerdir, hele ne de “devrimci” yönetimlere sahiptir. Hepsi birbiriyle savaşan farklı küresel emperyalistlerin oluşturduğu dünya kapitalist sisteminin organik paçalarıdır ve hemen hepsi de bölgelerinde hegemonya peşinde koşan tekelci, yani bölgesel emperyalist devletlerdir.
Bitirirken şunu söyleyeyim: Krizli süreç sona ermekten uzaktır. Bu krizli süreçten Kürt halkının özgürlüğe kavuşması ihtimali güçlenmiştir. Ancak Türk devleti henüz Kürt Özgürlük Hareketini yok etme niyetinden vaz geçmemiştir. Rojava tehdit altındadır. Minbiç’e saldırılar sürmektedir. Türk devletinin yeni bir adım atmasıyla bölge kanlı savaşlara sürüklenebilir. Aynı zamanda Suriye’de rejimin çökertilmesi, İran’a karşı nihai savaşa hazırlık ve Rusya-Çin kapitalist blokuna karşı dengeyi Batılı emperyalist güçlerden yana değiştirme amaçlıdır. HTŞ'de Türkiye'nin, ABD ve İsrail'in parmak izleri ileride daha açık görülecek.
Suriye’de rejimi değiştiren güçlerin bileşimine baktığımızda, Suriye’de kolay bir çözümün olmayacağını da söylemek mümkündür. Şu anda HTŞ liderliğinin taktik “liberal” söylemi ne olursa olsun, bu güçlerin içinde geçici olarak birleşen ve birbirine düşman “cihadistlerin” varlığı muazzam bir kriz potansiyeli taşımaktadır.
Şimdi Türk devleti erken seviniyor. Ve asıl şimdi Türkiye’yi karma karışık edebilecek bir “komşusu” var. İçerideki on milyona yakın mülteci hesaba katılırsa, bu “DAİŞ’çi komşusu” Türk devletinin başına çok iş açacaktır. O nedenle şu anda Türk devleti, “mezhebi” hesaplarla ve Suriye’yi yutma, yutamazsa Rojava'yı zapt etme amaçlarıyla değil, kendi güvenliği bakımından hangi komşusunun güvenilir olduğuna bakarak karar verme aşamasındadır: DAİŞ devleti mi, Özgür Rojava mı güvenilir komşudur?
Diyorsunuz ya, “bin yıldır birlikte yaşıyoruz”. O halde yine birlikte yaşamanın gereğini yapın.
Aynı zamanda kendi ana topraklarına çekilen ve DAİŞ'çi teröristlerin soykırım tehlikesiyle karşı karşıya olan Alevi Arap halkının sınırınızdaki Rojava’dan sonra en güvenilir komşunuz olacağını unutmadan, ona da dost elinizi uzatın.
Böyle bir politika Suriye’deki Sünni Arap halkının da DAİŞ’çi terörist unsurların etkisinden kurtulmasına ve Ortadoğu halkları arasında hak ettiği yeri almasına imkan sağlayacaktır.
Soru: Şu andaki Türk devleti böyle bir politikaya yönelir mi?
Kendisi bilir: Yönelmezse Erdoğan Esad’ın ve Saddam’ın kaderini paylaşır.