Abdülhamid ve Erdoğan’ın ‘Kürt’ macerası
Dosya Haberleri —
- AKP iktidarının Êzîdî Şadira köyüne yapmaya çalıştığı “Filistin Camii” ile başlamıştık... En büyüklerinden biri Türkiye’nin desteklediği IŞİD’in gerçekleştirdiği “75. Ferman” olmak üzere günümüze kadar büyük haksızlıklara uğramış Êzîdî Kürtler, Güney Kürdistan’daki gelişmeler dolayısıyla bu acıları yaşamaya devam ediyor.
MEHMET BAYRAK
Yeni Özgür Politika’nın 15 Mayıs 2021 tarihli nüshasında bir haber: “Êzîdî köyüne Filistin Camii”. Haberin alt başlığına bakıyorum: “Efrîn’i işgal ettiğinden beri bölgenin demografik yapısını sistematik bir şekilde değiştirmek için her türlü kirli yönteme başvuran işgalci Türk devleti, Suriye’nin değişik yerlerinde kalan 500’den fazla Filistinli aileyi yerleştirdi. Bununla da yetinmeyen Türk devleti, Êzîdîlerin yaşadığı Şadira köyünde Filistin Camii’nin inşasına başladı. (...) Efrîn İnsan Hakları Örgütü Sözcüsü İbrahim Şêxo, Türk devletinin Cehbet El-Nusra ve DAİŞ’li yüzlerce Uygur, Türkmen ve Özbek çetelerini Şêrawa ilçesindeki savaş cephelerine yerleştir diğini bildiriyor.”
Bu haber bana hiç de yabancı gelmemiş ve beni Abdülhamid dönemine kadar götürmeye yetmişti. Zaten Erdoğan yönetimindeki “Osmanlı/Türk - İslamcı” AKP iktidarı, kimi uygulamalarıyla beni zaman zaman yeni düşüncelere ve yazılara sevk etmişti. Çünkü Erdoğan’ın siyasi konularda sıklıkla atıfta bulunduğu ve özendiği Osmanlı padişahı II. Abdülhamid, düşünsel idolü ise şair ve “İslamî faşizm”i savunan Necip Fazıl Kısakürek idi. İşin ilginç yanı, Mustafa Erdoğan gibi tarihçiler, “Abdülhamid ile Erdoğan”ı “tarihin buluşturduğu iki lider” olarak sunarken (Bkz. Derin Tarih, Sayı:54/2016); Ekrem Buğra Ekinci gibi tarihçilerse 1865-1943 yılları arasında yaşamış İslami tarikat
u351 eyhi Abdülhakim Arvasi’yi, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Abdülhamid’den Necip Fazıl’a Uzanan İki Devrin Âlimi” olarak sunuyordu (Bkz. Derin Tarih, Sayı:62/ 2017). İşin daha da ilginci, Necip Fazıl, şeyhi Arvasi’nin dizinin dibinde otururken (aynı sayı); Erdoğan da 11 Eylül 2001 felaketinin mimarı, şeriatçı terör örgütü Taliban’ın lideri Gülbeddin Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturuyordu.
Burada anılanlar üzerine yazdıklarımdan biri, ilk kez 1990’lı yıllarda günyüzüne çıkardığım, “Kürtler’in Gizli Anayasası” niteliğindeki “Şark Islahat Planı”nı esas alarak uygulamaya konan “Master ya da Çökertme Planı” üzerineydi. Söz konusu planın kitap olarak ilk yayınının yapıldığı 2009 yılından sonra, Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde yayın büromuz aranarak kitap istendiğinde bir anlam verememiş ancak Kürt açılımı adına belki de bundan olumlu yönde ders alınacak diye biraz umutlanmıştım. O tarihte mevcudu kalmayan kitap, başbakanlıkça Milli Kütüphane’den sağlanmıştı ancak kısa süre sonra ders almak yerine bu planın “Master Plan” adı al tında güncellenerek yeniden uygulamaya konduğuna tanık olacaktık. Bu konuya ilişkin gözlem ve düşüncelerimi ilk kez maddeler halinde “Şark Islahat Planı’nın Mukallit ve Musavvirleri” başlığıyla bilince çıkarmıştım (Bkz. Yeni Özgür Politika, 25 Şubat 2016).
Prof. Koçak’ın hatırlattıkları...
Daha sonra Erdoğan’ın giyindiği “başkanlık” hırkası ve “Ortadoğu Eşbaşkanlığı”, bir yandan Abdülhamid’in politikalarını çağrıştırırken bir yandan da ideolojik planda “halifesi” olduğu Necip Fazıl’ın “İslâmi Devlet Projesi Başyücelik Devleti”ni akla getiriyordu. İşte tam da bu bazda üstteki çağrışımla 2016 yılında kaleme aldığım bir yazı, “Türk-İslam İdeolojisinin Düşündürdükleri” (Yeni Özgür Politika, 17 Mart 2016) ve bunun daha da geliştirilmiş şekli olarak “Erdoğan’ın Başkanlık Rejimi İslâmî Faşizm Olmasın!” adıyla yayımlanmıştı (Alevilerin Sesi, 222/2018).
2002 yılında iktidara gelen AKP hükümetinin uyguladığı gelgitli politikaların izini sürerken Erdoğan’ın tek yetkili olarak “başkanlığa” soyunması ve sıklıkla ideolojik kaynağı Necip Fazıl’a göndermeler yapması, beni Prof. Dr. Cemil Koçak’ın bundan 30 küsur yıl önce yayımladığı bir yazıya götürüyordu. Açıkçası Erdoğan’ın fiili uygulamalarının birçoğunun köklerini Kısakürek’in Büyük Doğu Mecmuası’nda önerdiği ve “Başyücelik Devleti” olarak adlandırdığı “İslamî Devlet Projesi”nde görüyorduk. (Bkz. C. Koçak: İslâmi Devlet Projesi/ Başyücelik Devleti; Tarih ve Toplum, Aralık- 1979).
Koçak, yazısının altbaşlığında şu hatırlatmayı yapıyordu: "Kemalist laikliğe gönül vermiş dostlarımızın tüylerini diken diken edecek bir yazı! Bundan 40 küsur yıl önce, kumarbaz ve büyük şair Necip Fazıl merhumun karihasından (öngördüğü modelden-MB) çıkan İslâmî bir faşizm önerisi.”
Koçak, yazısını noktalarken, “Öyle görünüyor ki bu proje kişisel bir ütopya olmaktan ziyade örgütsel bir hedef olarak ortaya atılmıştı” diyordu ki, Erdoğan yıllar sonra yazarı haklı çıkaracaktı!
Kuşkusuz Erdoğan’ın da içinde bulunduğu İslamcı partilerle ilgili yazılarım sadece bunlardan ibaret değil. Sözgelimi, daha 1996 yılında köşe yazısı olarak yayımladığım “Refah Partisi’nin Kürt Politikası” konulu bir yazının daha girişinde şunları söylemişim: “Mevcut düzen partilerinin en demagogu ve en çok takiyye yapanı hangisi derseniz, fazla duraksamaya gerek görmeden, Refah Partisi diyebilirim. Bu parti, gerçekte Türk- İslam Sentezci bir düzen partisi olduğu halde, çoğu zaman bu niteliğini kamufle etmeyi becermiş bir parti. ‘Milli Görüş’ adı altında ‘Türkçülük’ yapıp Kürtleri uyuturken ‘Adil Düzen’ adı altında da ‘bozuk düzen’ devamcılığı yapıp yoksul tabakaları uyu tmaktadırlar. Gerçekte Alevilerin farklı bir inanç ve kültür öğretisini benimsediklerini bildiği halde o da ötekiler gibi Hanefi Müslümanlığını özne olarak alıp Türkiye’nin yüzde 99’unun Müslüman olduğunu söyler.” (M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, 1999, s. 134).
Abdülhamid ve Erdoğan ‘Bavê Kurdan’ mı?
Kimi Müslüman Kürtlerin Abdülhamid’in iğfalına kapılarak onun hesabına “Hamidiye/Aşiret Alayları” kurması ve onu “Bavê Kurdan/Kürtlerin Babası” olarak lanse etmeleri gibi kimi Kürtler de Erdoğan’ın politik çizgisini izlemeden neredeyse onu “Bavê Kurdan” ilan edeceklerdi!
Oysa Abdülhamid, Kürt, Arap, Arnavut, Laz, Çerkes, Gürcü gibi birçok halktan düzenli ordu birliklerinin yanında “milis kuvvetleri” oluştururken bir taşla en az beş kuş vurmayı hedefliyordu. Bugünkü koruculuk sisteminin temelini oluşturan “Aşiret Alayları”, hem Kürt blokunu parçalayarak halkın önemli bir bölümünü kendisine bağlama hem devam edegelen Kürt özgürlük hareketlerini ve yeni başlayan Ermeni hareketlerini bastırma hem de beklenen Rus saldırılarına karşı kullanılacaktı ve öyle de oldu. Bilahare oluşturduğu “Aşiret Mektebi” de bu politikanın bürokrasi ayağını oluşturuyordu. Diğer halklar, acılı anılarla da olsa bu tasayı geride bırakırken Kürtler “koruculuk” sisteminin belasını çekmeye devam ediyor .
İşin ilginç yanı, Mustafa Kemal 1924’te Aşiret Alayları sistemini dağıtırken 1925 Kürt İsyanı sırasında bunları “Mahalli Milis Kuvvetleri” adı altında yeniden göreve çağırıyordu. Dikkat edilirse, Erdoğan, Abdülhamid’in başlattığı ve Kürdistan’da devam ettirilen bu uygulamaya ek olarak şimdilerde “Osmanlı Ocakları” gibi isimler altında yeni “milis kuvvetleri” oluşturmuş ve bunları faşist İslâmcı IŞİD çeteleriyle takviye etmiş bulunuyor. İşin daha da acı yanı, bu utanç verici gerçeklik, bütün dünyanın gözü önünde cereyan ediyor. Sözgelimi İsviçre İstihbarat Örgütü, daha 2020 yılı sonunda yayımladığı bir raporda, “Türkiye’nin IŞİD i çin kilit rol oynadığını” açıkça ilan ediyordu (Bkz. Alevilerin Sesi, 252/2020).
Erdoğan, tüm yaşamı boyunca “mağdur ve mazlum edebiyatı” yaparak bugünlere geldi. O, Taliban lideri Gülbeddin Hikmetyar’ın dizinin dibinde poz verdikten sonra Siirt’teki bir parti konuşmasında, Ziya Gökalp’le ilgisi olmadığı halde, ona mal ederek düzdüğü bir şiirden dolayı seçimdışı bırakıldı; başbakanlığı döneminde, 27 Nisan 2007’deki “e-muhtıra” ile muhatap olurken buna karşı durmak ve Erdoğan’ı desteklemek için hazırlanan bildiriyi imzalayan 206 yazar, sanatçı, gazeteci ve insan hakları savunucusunun büyük bölümü solcu, demokrat aydınlardı; bunu bir basın açıklaması halinde kamuoyuyla paylaşanlar da Haluk Gerger, Ferhat Tunç, Celalettin Can, Necati Abay ve Sungur Savran gibi sosyalist aydınlardı. (Bkz . Evrensel, 9 Mayıs 2007. Bu vesileyle şunu da belirteyim ki, ona ceza veren Yargıtay 8. Ceza Dairesi benim de 6 aylık cezamı 2 yıla çıkarmıştı).
Abdülhamid’den Erdoğan’a ‘etnik’ temizlik
Abdülhamid döneminde “Osmanlı-İslam” belgisiyle başlayan ve “temsil/asimilasyon”, “tasfiye-i ezhân/eski zihniyetin İslamlaştırılması”, “tashih-i itikad/inancın İslamlaştırılması” ekseninde gerek sözlü ve yazılı propaganda, gerek yeni din kitapları yoluyla, gerek “te’dib/askeri yöntemlerle hizaya getirme”, gerekse zoraki iskân ve katliam yoluyla yürütülen “etnik arındırma ve temizlik”, İttihadçılar döneminde soykırımlar yoluyla daha da kurumsallaştırılarak “Türk- İslam” ekseninde “tektipleştirme ve Türk-İslamlaştırmaya” dönüştürülmüştü.
Bu konuda Prof. Dr. Selim Deringil’in “İktidarın Sembolleri ve İdeoloji/II. Abdülhamid Dönemi (1876-1909)” konulu kitabı (YKY, İst. 3. Bas. 2007) ile gazeteci Neşe Düzel’e verdiği üç günlük dizi röportaj (Taraf gaz. 29-31 Mart 2010 ve Düzel’in Korkusuz Tarih adlı kitabı, Alkım yay. İst. 2011, s. 108- 133); Cihangir Gündoğdu’nun “Abdülhamid Dönemi Dersim Raporlarında Alevi/Kızılbaş Algısı” (Kürt Tarihi der. Sayı:17/2015) yazısıyla Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül’ün “1930’lu Yıllarda Devletin Türk Olmayanlara Bakışı: Milli Emniyet Hizmeti’nin Ekalliyetler Raporu” (Kürt Tarihi der. Sayı:39/2020) gibi kaynaklara bakmak bile bu acılı, sancılı, hasarlı ve tehlikeli süreci anlamak için yeterlidir.
Yazı dizisinde Prof. Dr. Deringil’den naklen manşete alınan, “Yapılan ciddi gen araştırmalarına göre Türkiye nüfusunun sadece yüzde 3’ü Orta Asya kökenli; Osmanlı, Alevileri hep dışladı; tehcirde 800 bin Ermeni öldü; İnönü, tehcire karşı çıkmadı” gibi birkaç söylem bile bu acılı serüveni özetler gibidir.
Kendi payıma özellikle Alevi ve Êzîdî Kürtler ile Ermenilerin bu süreçte yaşadığı acılı serüvene ilişkin birçok yazı ve kitap yazdım. Özellikle “Kürt Bâtıniliği”ne ilişkin çalışmamda, “Osmanlı’dan günümüze Bâtıni inançlara düşmanlık” ekseninde konuyu irdelerken özellikle bugün kimi çevrelerce baştacı edilen Abdülhamid’in hem Kızılbaşlara hem de Êzîdîlere dönük ibretlik politikasına özel bir yer ayırdım (Bkz. Age, Özge yay. Ank. 2016, s.24-66).
Musul’a atadığı Vali Giridî Mustafa Nuri Paşa’ya Êzîdîlerin “Abede-i İblis” yani “Şeytan Tapıcıları” olduğu yolunda kitap yazdırtan (Abede-i İblis Yahud Tâife-i Bagiye-i Yezidiye’ye Bir Nazar; Musul- 1905) Abdülhamid; bu savı, işbirliği içinde bulunduğu Almanya’dan Hugo Grothe gibi şarkiyatçılar aracılığıyla 1908’den itibaren Batı literatürüne sokuyor ve aynı kitap İttihadçılar döneminde 1912’de İstanbul’da yeniden yayımlanıyordu. (Bu konudaki ilk yazım için bkz. Batılı Gözüyle Osmanlı Toplumu ve Êzîdîler Üstüne Bir Tanıklık; Tarih ve Toplum. Sayı:17/ 1985).
- Yüzyıl sonlarında kendisini Ortadoğu ve Uzakdoğu sömürgeciliğinde atlatılmış sayan Alman militarizmi, kimi çıkarlar karşılığında Abdülhamid’den Anadolu-Bağdat Demiryolu’nun imtiyazını alıyor ve altyapı hazırlamak üzere iki kez Devlet Başkanı II. Wilhelm’i Osmanlı topraklarına gönderiyordu. Bugünkü Kobanê dahil yol güzergâhı üzerinde bulunan Kürdistan topraklarında Kürtlerin gönlünü kazanmak için iki devlet yetkililerinden oluşan bir heyetle ünlü Kürt devlet adamı Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki kabrini ziyaret ediyor ve bunu bir propagandaya dönüştürüyordu (Bu konuda bkz. M. Bayrak: Alman Emperyalizminin Türkiye İle Kürdistan’a Girişi ve Ziya Gökalp; Kürdoloji Yayınları-1, Ank. 1994, s. 509-515).
“Kuzey Suriye”yi Arap toprağı olarak sunan (Bkz. Hürriyet, 22.9.2019) ve Kürtleri Rojava’dan sürerek yerine Sünni Arapları yerleştirmeye çalışan; İçtoroslar bölgesinde Antep-Urfa-Maraş hattında “Sünni Arap kemeri” oluşturmaya çalışan bugünkü iktidarın Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) adlı kurum aracılığıyla çeşitli coğrafyalarda Osmanlı’yı yeniden diriltme adına neler yaptığı bilinmeyen bir şey değil. Bu kurumun internet sayfasında 62 ülkede yurtdışı ofisi bulunduğu ve 1992’den bu yana 5 kıtada yaklaşık 30 bin proje gerçekleştirdiği bildiriliyor. Bunlar arasında Osmanlı’dan kalma Müslüman memleketlerle başka kıtalardaki İslam ülkeleri başta geliyor. Kurum başkanı Dr. Serdar Çam, Ortadoğu’dan Asya’ya, Afrika’ya, Doğu Avrupa’ya ve Latin Amerika’ya kadar birçok ülkede cami ve okul açtıklarını duyuruyor. Bu arada Irak’a ve Filistin’e ayrı bir önem verildiği görülüyor. Öyle görünüyor ki Erdoğan, bu konuda da siyasi ve felsefi idolü Abdülhamid’in izini sürüyor.
Acılı coğrafyanın kederli halkı: Êzîdîler...
Konuya AKP iktidarının Êzîdî Şadira köyüne yapmaya çalıştığı “Filistin Camii” ile başlamıştık. En büyüklerinden biri Türkiye’nin desteklediği IŞİD’in gerçekleştirdiği “75. Ferman” olmak üzere günümüze kadar büyük haksızlıklara uğramış Êzîdî Kürtler, Güney Kürdistan’daki gelişmeler dolayısıyla bu acıları yaşamaya devam ediyor.
Burada Abdülhamid yönetiminin “Fırka-i Dalle” yani “Sapkın İnançlılar” olarak gördüğü Güney Kürdistan halklarından Kürt, Türk, Keldani, Nasturi, Ermeni ve Yahudiler gibi etnik toplulukları bir yana bırakıp salt Osmanlı Fırka-i Islahiye Komutanı Ömer Vehbi Paşa önderliğinde Êzîdîlerin başına getirilenlere kısaca yer verelim:
“İslâma çağrıya karşı direnen Şeyhan bölgesindeki Yezidi köylerini dehşete düşürmeyi amaçlayan bir yıldırma proğramına başlandı. Bu köylere akınlar yapıldı ve kesilen kafalar Musul’a getirildi. Bu yıldırma harekâtı, 40 kadar Yezidi liderinden oluşan bir heyetin kente gelmesine neden oldu. 19 Ağustosta Paşa, yerel yönetim meclisini (Meclis-i İdare) topladığını ve kamusal bir törenle Yezidi liderlerini İslâma kucak açmaya çağırdığını bildirdi. Bazıları reddetti ve dayak yediler; içlerinden en azından bir tanesi yaraları yüzünden öldü. Kalanlar, Mir Ali Bey’in önderliğinde, Paşa tarafından İstanbul’a büyük bir başarı olarak derhal bildirilen bir törenle Müslüman oldular.” ( Osmanlı ihtida siyasetinin Êzîdîler örneği için bkz. S. Deringil: Age, s.66-104; ayrıca E. Gölbaşı: Êzîdîler Ve Osmanlı İdaresi; Tarih ve Top. 9/ 2009).
Bu durum, Osmanlı resmi belgelerine ise şöyle geçecektir: “Seksen Yezidi köyü ile otuz Şii köyü (Şebek Alevileri kastediliyor MB), Din-i Mübin’in (İslâmın MB) onuruna ulaşmıştır. Dün liderleri tam bir vicdan serbestisi ile Musul’a gelerek Müslüman olmaları için yaptığım çağrıyı kabul ettiler. (...) Müftü, her birine İslâmı kendi hür iradesiyle kabul edip etmediğini sordu. Her birinin onayından sonra, kalabalık (Padişahım çok yaşa) diye haykırdı”. (Age, s. 99)
Bu arada, Ömer Vehbi Paşa, bu törenin ertesi günü Êzîdî köylerine 6 cami ve 7 okulun yanı sıra hepsi İslâmı benimsemiş olan Şebekli köylerine de 5 cami, 5 okul yapılması talimatını verir. Yine Paşa, “Laliş’teki Yezidi tapınağının bir İslâm medresesine dönüştürülmesi ve yirmi öğrenciye, burada yine devletin maaş bağlayacağı saygın bir Sünni âlimin yanında eğitim görmeleri için burs verilmesini” de İstanbul’a önerir.
Dahası Osmanlı Paşası, “Êzîdî aşiret reislerine birer nişan takılmasını ve bir aylık bağlanmasını, bu yapıldığı takdirde İmparatorluktaki tüm Êzîdîlerin yanı sıra İran ve Rusya’dakilerin de İslam’ın kutsal kucağına getirilebileceğini” bildirir.
Tüm bu gelişmeler Osmanlı yönetimini tatmin etmemiş olmalı ki, Fırka-i Islahiye Komutanı Ömer Vehbi Paşa’nın zabit olan oğlu komutasındaki bir askeri birlik, Şeyhan’daki Êzîdî köylerini uykudayken basıp yakıp yıkar; Laliş’teki kutsal türbe yağmalanır ve ibadet gereçlerine el konulur...
İşte size Êzîdî Kürtlerin en azından Abdülhamid döneminden günümüze uzanan serencamından küçük bir kesit ve Erdoğan’ın Êzîdî köyüne “cami” yapma girişiminin hatırlattıkları... İşte size, “Kemalist” geçinen 12 Eylül Cuntası’nın Anadolu ve Kürdistan’daki Alevi köylerine “Cami” yapma projesinin dinsel- ideolojik temelleri... Ne dersiniz, Dr. Ceren Lord “Cumhuriyet döneminde ulema sınıfı Diyanet üzerinden yeniden örgütlenmiştir” derken haksız mı? (Bkz. Alevilerin Sesi, Eylül- 2020).