Savaş ve yeni tehditler
Aykan SEVER yazdı —
- ABD'de hüküm süren Trump rejimi dünyanın geneli ve özel olarak Orta Doğu'da Savaş'ı büyütmeye niyetli.
- Hedef Husiler diye ifade edilse de asıl odakta olanın İran olduğu yorumları ağır basıyor. İlk vurulacak yerler içinde uranyum zenginleştirme tesislerinin yanı sıra petrokimya kuruluşları olacağı aşikar.
ABD'de hüküm süren Trump rejimi dünyanın geneli ve özel olarak Orta Doğu'da Savaş'ı büyütmeye niyetli. Hali hazırda devam eden 3. Dünya Savaşı'nın özellikle İran ve Irak'ta yeni boyutlar kazanması bir daha kolay kolay durdurulamayacak ve uzun yıllara yayılacak halklar arası boğazlaşmaları başlatabilir. Trump ve desteklediği Netanyahu rejiminin "masrafsız" bulacağı bu "sonuç"u tercih edeceğini görmek için kahin olmaya gerek yok. Bölge halkları bir arada yaşamayı ve ortaklaşa mücadeleyi esasa alan demokratik- devrimci bir yönelime girmedikleri takdirde hayatın içinden çıkılamayacak kanlı bir kabusa dönüşme ihtimali maalesef yüksek. "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" da ancak bu "çürüme" haline karşı mücadele temelinde anlam kazanır. Bütün bunlar bölgedeki rejimlerin masum ya da savunulması gerektiği anlamına gelmez; aksine özgürlüğün, eşitliğin ve demokrasinin hakim olduğu bir yaşamın umut edilmesi açısından dahi hiç biri meşru değildir.
Son söyleneceği başta dile getirdikten sonra şimdi bu çerçevede olan bazı gelişmelere kısaca bakalım. Neo-faşist Trump zihniyeti Amerikan halkları üzerinde baskıları artırırken kurumsal olarak da ülkede yerleşik hale geliyor. Bu konuda herhangi bir ciddi engelle karşılaşmıyor. İngilizce resmi dil ilan ediliyor; protesto, basın ve ifade özgürlüğü gibi haklar "suç" kapsamına sokularak fiilen kademeli yasaklanıyor. Kamusal eğitimin geleceği de endişeli tartışmalara yol açıyor. Sıkıntı çıkardığı ya da intikam için olsa gerek Biden yönetimi tarafından atanan eski savcı Jessica Aber (43) gibiler evinde ölü bulunuyor. Tek dil, tek bayrak, tek millet, tek tip insan, tam gaz devam...
Dış politikada ise özellikle Yemen'deki Husiler'e dönük Trump yönetiminin geliştirdiği "yok etme siyaseti" İran'la ilgili de ipuçları veriyor. İsrail'in soykırımcı-işgalci politikalarını amansızca destekleyen ABD, Tahran yönetimine müzakere için mesaj gönderse de bunun içeriğinin bir "boyun eğme" talebi olduğu açık. İran rejimi ise -yönetim katında yaşanan bütün çelişkilere rağmen -tehditlere dönük olası bir kabullenmenin kendi sonlarını getireceğinin farkında. Kaldı ki ABD halihazırda Kızıldeniz'de bulunan uçak gemisi ve savaş gemilerine takviye olarak Uzak Doğu'dan yeni bir uçak gemisi ve ona eşlik eden muharip gemilerini bölgeye gönderiyor. Ayrıca üç adet B-2 ağır bombardıman uçağının da Hint Okyanusu’na sevk edildiği iddia ediliyor. Hedef Husiler diye ifade edilse de asıl odakta olanın İran olduğu yorumları ağır basıyor. İlk vurulacak yerler içinde uranyum zenginleştirme tesislerinin yanı sıra petrokimya kuruluşları olacağı aşikar.
Trump rejimi İran'a dönük çok yönlü baskıları artırdı. Bunların içinde petrol tankerlerine el koymak da var. İran'ın askeri gücü elbette hafife alınmamalı ancak sosyal, siyasal ve ekonomik yapı çok yönlü krizler içinde. Hali hazırda daha çok milliyetler temelinde yerinden oynayan fay hatları mevcut. Tahran yönetiminin dış müdahale ile çökmesi mümkün ancak bölgede etkili olan devletlerin başta ABD, İsrail ve TC olmak üzere hiç birisi demokratik yönelimler içerisinde olmadıkları için kimseye özgürlük vaad edemeyecekleri gibi burada da düzen namına tesis edecekleri şey neo-faşizmin yaygınlaşmasından öteye gitmez. Bunun kısaca anlamı da bölgenin sürekli bir savaş ortamında tutulması olacaktır. Türkiye ve Kurdistan'ın farklı parçalarında yaşayanlar dahil bölge halklarının tamamının bu süreçten olumsuz şekillerde etkilenmesi kaçınılmaz. Son dönemdeki TC-ABD yakınlaşması ve Türk Dışişleri Bakanı Fidan'ın Washington ziyareti de halkların talebi olan BARIŞ'ı büyütme değil aksine SAVAŞ’ı derinleştirme doğrultusundadır. Ancak bu süreçte şekillenecek anafor karşında Türkiye'deki hakim rejimin de bütün zulmüne rağmen ayakta kalma olasılığı zayıf.
Yukarıdakilere ilaveten İsrail'in Filistin halkına saldırıları sürüyor. Ayrıca Netanyahu yönetimi Lübnan ve Suriye'de işgali kalıcı hale getiriyor. Bütün bunların karşısında TC elbette rakip olmaktan tamamen çıkmadı ancak Tel Aviv yönetimiyle Ankara arasında -elbette ABD'nin de katkılarıyla- zımni bir anlaşma olduğu görülüyor. Bu "ortaklaşma"da ön plana çıkanlar, İran ve İran uzantılarına karşı savaşın yanı sıra bölgenin nüfuz alanlarına ayrılması/paylaşılması söz konusu. Ancak şunun bir kere daha altını çizmekte yarar var; Savaş'ın post-modern karakteri gereği hiç bir anlaşmanın gerçekte hükmü yoktur. Fiiliyatta adeta herkesin herkese "düşman" olduğu, aynı zamanda "dost" olduğu zamanlardayız. Bunun en tipik örneği ABD, Rusya ile Ukrayna üzerinden uzlaşırken, Moskova-Tahran arasında stratejik bir anlaşma olmasına rağmen Putin yönetiminin olası İran'a dönük saldırıya yeşil ışık yakmasıyla sergilendi. Aynı Rusya, daha geçenlerde Hint Okyanusu'nda İran ve Çin'le beraber Batı'ya karşı askeri tatbikat yapmıştı.
Toparlayacak olursak, egemen sermaye çevrelerinin tercihleri doğrultusunda dünyanın genelinde insanlığın bugüne kadar yarattığı demokratik değerler namına ne varsa neo-faşizmin saldırısı altında. Emperyalist politikalarla beslenen faşist şiddet, hali hazırda çürümekte olan insanlığı Savaş'ı harlayarak daha büyük bir kokuşmanın kucağına itiyor. İnsanların geneli bırakın olan biteni yönlendirmeyi, giderek anlamaktan da uzaklaşıyor. Post-modern karakterli paylaşım savaşı basit denklemler üzerinden yapılacak kurguları olanaksızlaştırdığı gibi bütünüyle tutarsızlık yüklü kaotik bir çıldırma halini zihinlere hakim kılıyor. Burada bir çok kişinin "somut durumun somut tahlili" diye özetleyebileceğimiz "sağlıklı" tercih yerine çaresiz ruh halinin doğal bir sonucu olarak kendi uydurduklarına inanmayı seçtiği ve bu "umut"un yarattığı halüsinojenik etkiye kendini kaptırdığı görülüyor. Vecd halinden çıkmak istemiyorlar, uyaranlara ise nefretle bakıyorlar. Fakat bunun bir sonu yok...