Üç nesil üç savaş

Suat BOZKUŞ yazdı —

  • Çocukluğum, dedemin Çanakkale’de başlayıp Yemen’de esir düşmesi ve Hindistan’da Yeni Delhi yakınlarındaki bir esir kampında beş yıl kalmasıyla sonuçlanan Birinci paylaşım savaşı anılarını, babamın ikinci savaş boyunca, bir gün izin almadan yaptığı dört yıllık askerlik anılarını ve karneyle ekmek dağıtılan günleri dinlemekle geçti. Artık savaşların olmadığı bir dünyada yaşayacağımızı zannederek kendimizi şanslı sayardık.

Bütün dünya bir yandan Rusya-Ukrayna savaşını seyrederken bir yandan da nefesini tutmuş, Orta Doğu’da neler olacak diye bekliyor. Orta Doğu’daki kamplaşmalar, “dış” güçlerin askeri güç yığınakları sürüyor. İsrail saldırılarına karşı İran ne cevap verebilir diye tahminler yapılıyor. İran ise bir yandan saldırı hazırlığı yaparken bir yandan da Kürt devrimcileri idam etmeye öncelik veriyor. Erdoğan diktası da bu kargaşadan istifade “Kürtleri nasıl ezerim” planları içinde her yerde saldırıyor.

Geçen yüzyılın başında, Lenin emperyalizm çağının başladığını saptamış ve de bu çağda emperyalist devletler arasında paylaşım savaşlarının kaçınılmaz olduğunu belirtmişti. Lenin devrimci partilerin savaşa karşı çıkmalarını, işçilerin silahlarını sınıf kardeşlerine karşı değil, kendi egemen sınıflarına karşı çevirmelerini öneriyordu. Bu devrimci düşüncelerle silahlanmış olan Rusya işçi sınıfı ve ezilen halkları kölelik zincirlerini parçalamış, çarlık despotizmini yıkabilmişti. Emperyalistler, bir yandan savaşın ağır kayıpları, her yeri saran İspanyol gribinin cephede asker bırakmaması, bir yandan da Ekim devriminin bütün Avrupa’ya yayılmasından korkarak kendi aralarındaki savaşa son vermişlerdi. Ama çok geçmeden sanki yarım kalmış savaşa devam eder gibi Hitlerizm-Nazizm ikinci paylaşım savaşını başlatmıştı. Bu savaş sonunda Hitlerizm bozguna uğrayıp yıkılınca iki kamp arasında bölünen dünyada göreceli bir denge ve istikrar gündeme gelmişti. Yan yana var olma-detant politikaları o şartlarda geçici bir barışçı ortam yaratmıştı. Bu dönemde Güney Asya’dan Afrika’ya ve Latin Amerika’ya kadar dünyanın dört köşesinde bölgesel savaşlar sürmüş ve toplamda bir dünya savaşı kadar, belki de daha çok yıkıma yol açmıştı. Gene de iki dünya savaşı arasında nükleer dengeye dayalı, barışçı bir dönem yaşanmıştı. SSCB’nin varlığı ve ağırlığı koşullarında BM de önemli bir rol oynuyordu.

Çocukluğumuz, dedemin Çanakkale’de başlayıp Yemen’de esir düşmesi ve Hindistan’da Yeni Delhi yakınlarındaki bir esir kampında beş yıl kalmasıyla sonuçlanan Birinci paylaşım savaşı anılarını, babamın ikinci savaş boyunca, bir gün izin almadan yaptığı dört yıllık askerlik anılarını ve karneyle ekmek dağıtılan günleri dinlemekle geçti. Dedemler, Osmanlı’nın seferberlik ilanıyla “eli silah tutan herkes askere alınacak” kararıyla 13-14 yaşında askere alınmışlardı. “Oğlum, giderken bu köyün başından mezarlığa kadar genç doluyduk. Bir tek ben yıllar sonra sağ olarak döndüm” derdi. Savaşta yaşadıkları sıkıntıları, ölen bir atı nasıl parçalayıp kapıştıklarını, yarı çiğ olarak yediklerini anlatırdı. Biz bu anıları dinledikçe tarih öncesini dinler gibi dinlerdik. Artık savaşların olmadığı bir dünyada yaşayacağımızı zannederek kendimizi şanslı sayardık. O zamanlar büyüklerimizin anılarını masal gibi dinlerken bu savaşların açtığı derin yaraları kavramaktan bir hayli uzaktık. Okullarda okutulan, radyolarda anlatılan “kahramanlık destanlarında” savaşın maliyeti, dul-yetim kalan milyonlar, açtığı yaralar ve özellikle savaşlardan kimin-nasıl yararlandığı hiç anlatılmıyordu. Savaş vurguncusu zenginlerden hiç söz edilmiyordu. Çünkü emperyalizm çağı sürmekteydi ve daha nice paylaşım savaşları olacaktı.

İleride tarihçiler tarihin gerçeğini mi anlatıp tartışacaklar yoksa geçmişteki bazı sözde tarihçilerin “8 Haziran 1914'te Saraybosna'da Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Arşidüşes Sophie'ye düzenlenen suikast sonucu” birinci paylaşım savaşı başladı dedikleri gibi, savaşı İsrail’in Haniye’ye düzenlediği suikast ile mi başlatacaklar bilemiyoruz. Ama tiyatrocuların dediği gibi oyunun başında sahnede bir silah varsa, zamanı gelince mutlaka patlayacak demektir.

Dünyadaki mevcut silahlanma yetmiyormuş gibi, her gün yapılan silah yığınağı bir gün birilerinin ya da hepimizin başına patlayacak demektir. Ne yazık ki bu gidişatı durduracak bir güç de yoktur, durdurmak isteyen de. Her güç kendini ayakta tutmak ve bu savaştan kârlı çıkmak derdindedir. İnsanlık, rüzgarın sağa sola savurduğu kuru yapraklar ya da moloz yığınları gibi sürükleniyor.

Bakalım daha büyük felaketlere yol açmadan bu tırmanışı durdurabilecek barışçı bir sivil girişim başarılı olacak mı? Yoksa bütün insanlık daha öncekileri aratacak bir yangına mı koşacak?

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.