Yaşam sahnesinden seyirci koltuğuna
Elif KAYA yazdı —
- 1990'lı yılları hatırlayanlar bilir, TRT 2’de Amerikan yapımı "Yalan Rüzgarı" isimli dizi yayınlanırdı. İnsanlar büyük bir merak ve ilgiyle televizyonlarının başına oturup, o diziyi izlerdi. Dizinin ismi de içeriğini tam özetler gibiydi. Gerçeğin yerine yalanın ikame edildiği bir yaşamdı anlatılan.
Elektriğin köylere yeni getirilmeye başlandığı bu dönemde yayınlanmaya başlayan dizi, kısa sürede Türkçe bilmeyen yaşlıların bile en fazla izlediği bir dizi haline geldi. Öyle ki yaşamın akışını, mesela süt sağımını, yemek yapımını, ot toplanmasını dizinin saatine göre planlayanlar olurdu. ‘Arkası Yarın’ denilen bu diziler, hikayeyi uzattıkça insanları daha fazla kendine bağlardı. Televizyon, insanların yaşadığı yerle dünya arasında bir köprü oluşturmuştu. Sadece yaşananları seyirciye taşımıyor, aynı zamanda seyirciyi de kendi atmosferine dahil edip, yarattığı kurgunun içine çekiyordu. O güne kadar başka yaşam biçimlerini tanımayan kadınlar, kimi kez filmin senaryosunu gerçek yerine koyup, dizinin en sempatik kadınıyla kendini özdeşleştiriyordu. Kişi, dizinin oluşturduğu hayal ile yaşam gerçekliği karmaşasında ikilemde kalıyordu. Dizi adeta film olmaktan çıkıp, insanların kendini içine yerleştirdiği yeni bir senaryoya dönüşüyordu. Bu durum pasif izleyici olmaktan keyif alma, yaşamsal sorunları öteleme alışkanlığını yavaş yavaş geliştirirken, toplumsallığı zayıflatıp, bireyin politik bir özne olmaktan uzaklaşmasını beraberinde getirdi. Çünkü örgütselliğin olmadığı zeminde toplumsal sorunlarla baş etmek zor ve yoğun emek gerektiren bir işti. Oysa dizi kişiye kendini rahat hissedeceği, sorumluluk almasına gerek olmayan sanal bir dünya sunuyordu. Daha sonraları sektör haline getirilen diziler, toplumu şekillendirmede çok yönlü kullanılan bir araç haline getirildi.
Son dönemlerde Sedat Peker'in kamuoyuna yaptığı açıklamalar da dizi filmlerinin bozuma uğrattığı toplumsal ilişki ve alışkanlıklar üzerinden kendine yer buluyor. Her pazar, yapılacak açıklamanın sabırsızlığı ile kıvranan, "hele bu hafta ne diyecek" beklentisine girip, her söylediğine, "abi büyüksün" deyip alkış tutanlar, kendi yaşamına seyircileşen bu toplumsal realite üzerinden gelişti. Ulusa sesleniş formatıyla yapılan videolar, yeni dönemin dizilerinin yerini almış gibi.
İktidar ve cinsiyet rolleri burada yeniden üretiliyor, ailenin kutsallığı, kız çocuğu babası olmanın zorluğu ve en önemlisi baba figürünün koruyucu-kollayıcı rolü kalın çizgilerle vurgulanıp, hafzettiriliyor. Erkek çocuk kendini korumaktan sorumlu algısı yaratılırken, kız çocuğu, kadın ve aile babanın korumasında olan kutsal bir görev olarak işleniyor. Böylece erkeğin iktidarı normalleştirilip, tüm topluma dikte ettiriliyor. Kadın nesneleştirilirken, erkek yaşamın öznesi haline getiriliyor.
En vahim olanı bir dönem birlikte iş yaptığı ekiple yaşadığı anlaşmazlık yüzünden kendi intikamını almaya çalışan mafya liderinin bir anda Robin Hood misali kurtarıcı pozisyonuna dönüşmesidir. Yaşanan yolsuzluk ve hukuksuzluğu, cinayetleri anlatan ve ülkenin aydınından muhalifine korku salıp, had bildiren kişi, birden yoksulun, ezilenin, Alevinin, Kürdün, emekçinin yanında yer alan masum bir figüre dönüşüyor. İnsanlar bu ortaklığı bilmekle birlikte yine de "haksızlığa uğramış", "aslında iyi yürekli bir insan" olduğu kanısına kapılıyor, hatta can güvenliği için nasihat verecek kadar bu işe inanıp, ilerletenler var. Bunca şey ortak olunmadan nasıl bilinebilir sorusu sorulmadan, toplumun vicdanında derin yaralar açan konulara dair bildiklerini kamuoyu ile paylaşması çağrısında bulunuyorlar. "Cem Garipoğlu’na ne oldu?", "Sivas Katliamına dair bildiğin bir şey varsa açıkla", "Deniz Poyraz’ı katleden kişi onun açıklamalarından sonra mı bunu yapmış?" Toplumun mücadele ve direnişiyle açığa çıkarılması gereken konular, adeta bir arkası yarın izler gibi, Noel Baba moduna girmiş bir çete reisinin açıklamalarından bekleniyor artık.
İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması, kadın katliamlarında yaşanan artış, aylardır tecrit ve izolasyona dikkat çekmek için bedenini açlığa yatıran tutsaklar, yitirilen adaleti toplumsal vicdandan talep eden Emine Şenyaşar bilinmeyen, duyulmayan, görülmeyen başka dünyalara ait realite olarak muamele görürken, ortağına küsen mafya liderinin yapacağı açıklamalardan medet umuluyor. Oysa yolsuzluk salt ifşa etmekle aşılmaz; ahlaki ve politik tutum almayı gerektirir. Zalimden, katilden, hırsızdan hesap soracak olan halkın kendisidir. Dizi film heyecanıyla merak yaratıp, yapılan açıklamalar bir süre sonra katilin mazlumlaştığı, hakikatin yitirildiği ilişkilere dönüşür. Toplum yaşam sahnesinden indirilip, seyirci koltuğuna oturtulurken, politik özne olmaktan çıkıp nesne haline gelir.