"Ata”nın askerlerinden imamın neferlerine
Ahmet KAHRAMAN yazdı —
- “Atatürküm” diye diye can alıp işkence ederek, “çağdaş medeniyetin ufuklarına koşuyoruz, Atam” diye naralananlar, günün birinde, daha iyi besleyen bir efendi bulunca, aniden başkalaşım geçirdiler. “İmamın neferleri” kesildiler.
Kökleri yüz yıllara dayalı Rus Çarlığını (imparatorluk) yıkan “Leninci isyancı“lar, yerine “Sovyetler Birliği“ adında ve “Komünist“ söylemli bir diktatörlük kurdular. Dünya durdukça yaşaması için de, rejimlerini ordu ve polisten oluşan bir “demir perde“ ile korumaya aldılar.
Ama olmadı işte. Yeniden oluşan ve dönüşen dünyada “yabani” kaldı diktatörlük. Dipten “bılklayan” dalganın altında kaldı. O korkuluk generaller ve polis şeflerinin apoletleriyle, madalyaları şıngır mıngır dünya bitpazarlarına aktı. Yerde sergilenip alıcıya sunuldu.
İran Şahlığı asker ve polisten örülü bir kalenin içindeydi. Halk onca yoksullukta açlık çekerken Şah Pehlevi, bu iki unsuru Hazar havyarı, bal ile börekle besliyor, “besleme”lerin iki büklüm eğilmeleri ve doğrulurken alkışa durmalarıyla kendini güvende hissediyor, mutlu oluyordu.
Oysa Şah’ın bilmediği, bilse bile görmek istemediği bir gerçek vardı: “Besleme” kişilik, amipgiller ailesindendi. Omurgasızdı yani. Bulunduğu her yerle anında uyum sağlıyor, içine girdiği kabın, nesnenin şeklini alıyor ve de besleyen herkese eğiliyordu.
Kürt’ün bol etli kemiklerle beslediği köpek gibiydi. Kemik bulduğu her kapıda havlıyordu. Şah bu yanılgısına kurban gitti. Bir sabah uyandığında, tahtı ve tacı muhafızı beslemelerce terk edildiğini ağlayarak gördü. Orta yerde, “dımdızlak, tek, yalnız”dı.
Beslediği ordu ve polisi, bir zamanlar işkence ettikleri Mollaların eteklerini öpüyordu.
Saddam ordusu, “Kıyamet Topları”na sahip bir yenilmez güçtü. Başkomutan Saddam da “savaşların ilahı” idi. “Türk” Recep’ten fersah fersah ileri derekede dindardı. Muhafızları, seccadeyi peşinde gezdiriyorlardı. Ve Saddam sokaklarda namaz kıla kıla ilerliyordu.
Ama Amerikalılar, günlerden bir gün havadan ve karadan görününce orduları, tilki hücumuna uğramış keklik yavruları gibi kaçıştı. “Yenilmez ordu”nun askerleri “canını seven kaçsın” avazıyla saklandılar. Aldatılıp ihanete uğramış Saddam da gizlendiği kuyuyan çıkarılıp asılmaya götürüldü.
Şemsi Belli’nin “Anayaso” manzumesindeki deyişle bu hikayeler için, ”diyeceksiniz ki niye?”.
“Niye”sini şöyle anlatayım: Sonra, kendini Türklerin “ata"sı ilan edip “Atatürk” olan Mustafa Kemal, Osmanlı Padişahı’nın en güvendiği “kul”u, askeriydi. Güvendiği için de onu, “Rumların canına kıyan “eşkıya Topal Osman”ı yakalamakla görevlendirdi. Sefer için emrine asker, araç gereç, para tahsis etti. Ama o, gidip etrafı kolaçan edip ortalığı “müsait” bulunca, Topal’ı kendine baş muhafız yapıp nam ve hesabına darbe “gergefi dokuma”ya başladı. Kendisi “vatan sever” Padişah, “vatan haini” oldu. Bu söylemle dizginleri ele aldı. “Padişah Despotluğu, Diktatörlüğü”ne karşı, Cumhuriyet rejimini ilan etti. Padişahın bile sahip olmadığı yetkilerle donandı. Kendisi Makedon, ama herkesi Türk yaptı. Türk olmayan tüm ırkları “düşman” ilan etti. “Muhalifler” için, sıram sıram darağaçları kuruldu. Kelle hasadı başladı. Rumların, ardından Kürtlerin feryadı “erş u ala”ya yükseldi.
Tüm “bu icraatlar” boyunca ordu, “Türk tipi Cumhuriyet”in muhafızı, doğal bekçisiydi. Atatürk’ten sonrakiler de, yaklaşık yüz yıl boyunca orduyu, bu söylemle kutsadılar. Ordu, üstlendiği bekçilik gereği, ortalama her on yılda bir darbe yayıp tepeye oturdu. İç düşmanı bertaraf tertibinden darağaçları kurup, işkence dehlizlerinde canlar aldı. Geride sakatlar bıraktı. Ama ordu, hep asil, “asilzade”ydi. Cilasından hiç bir şey kaybetmedi.
Derken, “bir türlü asil kan Türk” olmayı kabullenmeyen Kürtlere karşı topyekün savaş başlayınca baktık ve gördük ki Türk ordusu “asil insanlar”ın asaletiyle hiç bağdaşmayan, eşkıyanın bile tenezzül etmediği işlerle meşgul...
İnsan kaçırıp soyuyor, sonra öldürüyor, fakir fukaranın savunmasız evleri, köylerini yakıp yakıyor, insanları karlı kış günlerinde yarı çıplak, yalın ayak ayazda bırakıyorlardı. Ekmeksiz, susuz…
Asaletleri, insan oğlunun sefil hallerindendi. Kürtlerin, onlardan gördüğü “asalet” buydu. Törensellikle ölüye işkence ediyor, ölmüşün kafasını kesiyor, köpür bir kinle mezar tahrip ediyorlardı.
Esir aldıkları insanları katlediyor, karşı koymaya tırnağı da olmayan masum ve mazlumların ırzına geçiyorlardı. Çocukların ekmeğini çalıyor, insan birikimine el koyuyorlardı.
Neyini anlayım ki, bunların? Öyle gelmiş böyle gidiyorlardı. “Atatürküm” diye diye can alıp işkence ederek, “çağdaş medeniyetin ufuklarına koşuyoruz, Atam” diye naralananlar, günün birinde, daha iyi besleyen bir efendi bulunca, aniden başkalaşım geçirdiler. “İmamın neferleri” kesildiler.
Demem o ki, “ücreti mukabilinde“ nara ataların da bir fiyatı vardır. Zoru görünce veya fiyatını bulunca, aniden başkalaşım geçirirler. Tıpkı Şah’ın ordusu, Kızıl Ordu, Türk ve Saddam orduları gibi…
Yaşayanlar sonucu göreceklerdir, ama IŞİD İmamı, ordunun karşısına polisten ordu dikmeyi kuruluş sanıyor…