Esir kampları

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Kürtlüğünden pişman olup “Türkleşmeye he“ demeyen, inadına Kürtçe konuşan, okuyan yazanları cezaevi disiplin kurulu kararıyla içeride tutmaya devam ediyor. Medya her gün, “yakılmış serbestlik“ haklarının hikayesiyle doluyor.

Kürtler, kuruluşu 1923 yılında tamamlanan, “Apartheid“ Türk rejiminin başlangıcından bu güne, mahkemesiz, yargıçsız, avukatsız, kısacası hukuka hasret mahkumlardır. Haklarındaki ölüm ya da zindan kararı masa başında kesiliyor, sonra insan avcıları ve cellatlar tarafından infaz ediliyor.

Yüz sene önce böyle başlayan adaletleri, “Apartheid tipi demokratik cumhuriyet“ boyunca öyle işledi. Örnek istiyorsanız, 1924 senesinde esir alınan Kürt liderler Yusuf  Ziya ve Albay Halit Bey olayına bakın. Nasıl yakalandıklarını bilen var ama, hangi yöntemle yargılanıp katledildiklerini gören yok. Onlar kimsesiz, şahitsiz gittiler. Kürt Teali Cemiyeti’nin Başkanı ve Şeyh Said ile birlikte Azadi hareketinin fikri önderi, başkaldıranların onursal simgesi Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seid Abdülkadir ve oğlu Muhammed de öyle. Katledilişlerinin tanığı olmadı, onların da...

Şeyh Said ve 46’ların yargılanması bir komedi piyesiydi. Muhbir ve aynı zamanda tuzakçı olan eski binbaşı Kasım, ayakta durup sorgu sırası gelene bakarak, “bu vardı“ diyor, içlerinde yalnızca hukuk diplomalı tek kişi (Revanduzlu Kürt Saib) bulunan mahkeme heyeti de, adlarının başına ölüm işareti koyuyordu. İdamları da, katillerinin kahkahalı şenliği olarak gelişti. Şeyh katilleriyle eğlenip onları yargılayarak ve Sokratesvari gülümseyerek “sepi“ye yürüyordu.

Seid Rıza’nın katili (İhsan Sabri Çağlayangil) aceleyle Ankara’dan gönderildi. İdamı sabaha yetiştirmek için, gece yarısı, araba farlarının ışığı altında mahkemeyi topladı. Mahkemede dinleyici, izleyicilerin bulunması hukuksal usuldür ya, Seid’in yargılanmasına tanıklık etsinler diye gece yarısından sonra, güvenilir memurları yataklarından kaldırıp getirerek yan yana dizdiler. Böylece, adil yargılama adeti yerini bulmuş oldu.

“Apartheid“in babası, Türklerin atası Atatürk, 1938 yılında ölünceye kadar da Kurdistan’da zaman, Nazi lideri Hitler’e ilham veren zulüm biçimleriyle sürdü. İnsanlar, topluca diri diri yakılarak “keyif getiriliyor“, toplu kurşunlama, süngüden geçirme ayinleri düzenleniyordu. Tecavüz, soygun, hırsızlık ise şereflerinin şanıydı. Öldürülmüş kadın ve genç kızların yüzüklerini almak için parmakları, bilezikleri için de kolları kesiliyordu. Böylece zulüm ganimetle taçlandırılıyordu.  

Öte yandan toplama kampları, ayrı bir ölümdü...

Bir araya toplanan insanlardan, açlık ya da hastalıktan ölmeyenler “Türkiyelileştirilmek“ (asimile) üzere dili bilinmeyen, yaşama kültürü yaban, kendileri yabani ellere sürülüyorlardı. Yollarda ölmeyen veya öldürülmeyen şanslılar, vardıkları yerlerde paralarıyla ekmek bile alamıyorlardı. Ama diş gıcırtılı ölümüne linç saldırı, kıçı yamalı dönme ırkçılara haktı...

İkinci büyük savaş sonrası, dünyanın siyasal, sosyal, kültürel, ekonomi ve teknolojik olarak yeniden yapılanıp atağa geçtiği süreçtir. Hint yarımadası, Uzak Doğu ve Afrika’da büyük uyanış ile ulusal kurtuluş savaşları süreci...

Yasaklar altında esir yaşayan Kürtlerin etkilenmemesi mümkün değildi. Kürt gençleri ceplerinde Hintli Pandit Nehru’nun, Kongolu Patrick Lumumumba, Kuzey Afrikalı Habib Burgiba, Ahmed Bin Bella’nın fotoğraflarını taşıyorlardı. Dev uyanıyordu. Örgütlü güç olma çabaları yoğundu.

Ve İlhan Selçuk, “Tehlike Çanları“ başlıklı yazılarını, bu dönemde kaleme alıyordu. Derken “Apartheid“, 1969 yılında “Komanda Harekatı“ adıyla, barbarca taarruzlarını yeniliyordu. Köylülere topluca “yat-kalk“ talimleri yaptırıyor, saygın insanları çırılçıplak yerlerde süründürüyor, cinsel organlarına ip bağlayıp kadınlara çektiriyor, mesela Silvan’ı kuşatma altına alıp dışarı çıkma yasağı ilan ederek, aramadan geçiriyordu.

Sonra, “Apartheid“ rejiminin gevşemiş vidalarını sıkıştırıp yerine oturtma eylemi olan, 12 Mart generaller darbesi. Birbirine düşen Atatürk çocuklarının kavgasını bahane edip Kürtlere çullandılar. İşkenceler, cinayetler, “sepi“ gölgeleri kâr etmeyince, 12 Eylül vandallığı ve Kürtlere insan pisliği yediren generaller dönemi derken, 15 Ağustos 1984 akşamı PKK öncü gerillalarının silah patlatması...

Apartheid, bir kere daha yılan kiniyle, tarih sahnesindeydi. Neyini anlatayım bu sürecin? Kürtler için, “çı dıbe bıla bıbe“ günleriydi. Şeyh Said’in tesbitiyle Kemalistler “tek müşterek olan dini de ortadan kaldırmış“lardı. Onların ağzında din artık insan kırımına, hırsızlık, talana örtü, insanlık vicdanı ölüydü. Kürtler bir nefes özgürlük ve bir anlık insanlık için ölümüne didiniyorlardı. Apartheid vahşi, silahsız, savunmasız sivillere karşı insani değerden çıplaktı. Yürüyüşleri sonunda yakılıp yıkılmış  4 bin köy, büyük kısmı mezarsız onbinlerce ölü ve de kamplar dolusu esir...

Bunlardan “insaniyet“ beklemek beyhudeliktir. Bunca tecrübeden sonra Kürtlerin hiç bir beklentisi yok. Evrenin vicdanı derseniz, o da cüzdanına bakıyor.

Zulümde Atatürk’ü aşma yarışındaki İslamo Faşizm, cüzdana odaklanmış insanlık hallerini fırsat bilip, evrensel hukuk kırıntılarını biçiverdi. Devlet hukukuna göre süreli esirlikler, günü geldiğinde son buluyor. Apartheid rejimini iyice “dünya dışı“ eden İslamo Faşizm, ilk çağlardaki gibi yaşama hakkını da reisin kini keyfine bağladı. Kürtlüğünden pişman olup “Türkleşmeye he“ demeyen, inadına Kürtçe konuşan, okuyan yazanları cezaevi disiplin kurulu kararıyla içeride tutmaya devam ediyor. Medya her gün, “yakılmış serbestlik“ haklarının hikayesiyle doluyor.

Bu böyle nereye kadar gider bilen yok. Ama, barbarlığın yeni versiyonu işte. IŞİD ideolojisi, kendine yakışanı yapıyor. Nasıl olsa, önünde engel yok...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.