Hamlenin ikinci yılında koşmalıyız
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Bu 7 Ekim’de Öcalan’ın özgürlüğüne bir yıl öncesine göre daha yakınız. Komplo geriliyor. Komplocuların İmralı duvarlarında gedikler açılıyor. Ama bugün geçtiğimiz 7 Ekim’e baktığımızda felakete de çok yakınız. İnsanlığın en akıllı olanları tehlikeyi ve onu önlemenin çaresini biliyor. “Öcalan’a özgürlük” hamlesinin ikinci yılına girmek üzereyiz. Artık yürümek yetmez, koşmalıyız.
“Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa çözüm” hamlesinin ikinci yılına ayak basmak üzereyiz.
Bu belki de “son hamle yılı” olacak. Ya İmralı esareti son bulacak ya da Kürt halkının değil, insanlığın barış umudu tükenecek.
Dünya savaşında yeni perde İsrail’in Lübnan’a girmesiyle ve Rusya’nın NATO hamlelerine karşı “nükleer savaş” opsiyonunu masaya yatırmasıyla açıldı.
İnsanlık her yeni sabaha akla hayale gelmeyecek gelişmelerle uyanmakta. Lübnanlılar bir gün önce bellerine taktıkları haberleşme cihazlarının ölümlerine sebep olacağını bilmiyordu, Hizbullah savaşçıları konuştukları telsizlerle hayata veda edeceklerini akıllarının ucundan geçirmiyorlardı. Sonra on iki on üç katlı binanın metrelerce altındaki betonarme sığınakta Hasan Nasrallah bir bombanın tüm katları delerek betonarme sığınağı havaya uçuracağından habersiz kurmaylarıyla toplantı yapıyordu.
Bu yazıyı Çarşamba günü okuyacaksınız. Tuhaf bir gündür Çarşamba.. Deniyor ki, yarının, yani Perşembe gününün gelişi Çarşambadan belli olurmuş. Yarın, yani Perşembe günü ne olabilir? Her şey olabilir. Mesela, İsrail’in casusluk ağı belki bugün İran’ın iki üç gün sonra nükleer silaha sahip olacağını haber almış olabilir. Ve siz yarın uyandığınızda Tahran’da infilak eden bir nükleer bombanın gökyüzüne yükselen mantar biçimli ölüm bulutunu TV ekranlarından şaşkınlıkla izliyor olabilirsiniz.
Ama bu defa şaşırmakla kalmayacağınızı bilmelisiniz. Nerede olursanız olun, eğer o sırada rüzgar Doğu’dan Batı’ya doğru hızla esiyor ise ve bir de mevsim gereği bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ise, önce Kürdistan, ardından Ankara, oradan Balkanlar ve Avrupa radyoaktif yağmura tutulacaktır. Patlamanın en yakınındakiler buhar olacak, en uzaktakiler radyasyonun etkileriyle birkaç yıl sonra kanserden toprağa karışacaktır. Ve o topraklar birkaç yüzyıl boyunca zehirlenecek, otları yiyen kuzular, koyun olup doğurdukları kuzularının iki başlı, beş ayaklı hilkat garibelerine dönüşmesinin sebebini anlayamayacaklardır.
Ukrayna’da olup bitecekleri de artık kimse tahmin bile edemez. Çernobil’i hatırlıyor musunuz? Ben patlama olduğu gün Moskova’daydım. Radyasyon yağmuruna Moskovalılar gibi ben de tesadüfen tutulmadım. Kiev, Moskova’nın biraz güneyindeydi ve rüzgar kuzeyden güneye doğru esiyordu. Radyoaktif bulut Kiev’den Karadeniz’e doğru aktı. Sonrasını biliyorsunuz. Fındıklar zehirlendi. Çaylar zehirlendi. Bir Bakan ekranlarda çay yudumlayarak başınıza gelenlerle alay etti.
Putin NATO’yu caydırmak için her ne kadar nükleer tehdidinde bulunuyor olsa da, tanıdığım Rus insanı maceracı değildir. Nükleer savaşla ilgili yaptıkları animasyonlarla Britanya halkını devletlerinin Rusya’ya karşı daha öte harekete geçmesine karşı uyarmakta ve bunun etkili olacağını düşünüyor olmalıdırlar. Ama tehlikenin büyüğü nükleer başlıklı füzelerin fırlatılması değil. Konvansiyonel bir füzenin Ukrayna ya da Rusya’da bir nükleer santrali patlatma ihtimalidir. Bu ihtimal yüksektir ve nükleer santral patladığı zaman çok sayıda nükleer bombadan daha büyük tahribata yol açar.
Bugün Çarşamba. Gazetemizi Almanya’da okuyor olabilirsiniz. Yarın Perşembe. Uyandığınızda yaşadığınız şehrin semalarında Kiev’den yükselen ölüm bulutlarının evinize yaklaştığını dehşetle görebilirsiniz.
Sizi korkutmaya çalışmıyorum. Yaklaşan felakete karşı uyarmaya çalışıyorum. İnsanlık adım adım ekolojik yok oluşa yaklaşmakta.
Evinizde oturup felaketi bekleyemezsiniz.
“Öcalan’a özgürlük” hamlesinin başladığı 7 Ekim gününe bakın ve önümüzdeki 7 Ekim’i düşünün. Bu 7 Ekim’de Öcalan’ın özgürlüğüne bir yıl öncesine göre daha yakınız. Komplo geriliyor. Komplocuların İmralı duvarlarında gedikler açılıyor. Ama bugün geçtiğimiz 7 Ekim’e baktığımızda felakete de çok yakınız.
Ve işte, yazılarımı okuyanları bıktırdığımı bilerek, bir kere daha, benim için çıplak bir gerçeği yazacağım.
Ortadoğu’da ve Avrupa’da giderek tırmanan savaşı dünya pazarlarını paylaşmak isteyen devletler sürdürüyor. Dünyadaki hiçbir devlet bu savaşın dışında değil. O devletlerin halkları da, içlerinde barıştan yana güçler olmakla birlikte, bu savaşı önleyecek güçten çok uzakta. Militarist histeri kitleleri zehirliyor.
Haritaya bakın. BM listesindeki üye devletleri gözden geçirin. Hepsi silahlanmış, savaşa doğrudan ya da dolaylı bulaşmış. Demek ki, insanlığı felaketten hiçbir devlet koruyamaz. Barışı hiçbir devlet sağlayamaz. Savaşacaklar ve kim zafer kazanırsa onun “barışı” olacak. Bu barışın enkaz üzerindeki kabristanlarda yeşeren zakkum olacağını söylemek bile gerekmez.
Yeniden haritaya bakın. Ne görüyorsunuz? Savaş alanında bir güç daha var. Kürt halkı. Biz diyoruz ki, yer yüzünde en örgütlü, en mücadeleci, en bilinçli bu halk biricik barış faktörüdür. Neden?
Çünkü Kürt halkının onu savaşa alet edecek bir devleti yoktur. Savaşın göbeğindeki bu halk biricik devletsiz halktır. Onu devletsiz bırakan sömürgeciler, şimdi karşılarında devletsiz halkın muazzam bir barış gücü olarak dikilmiş olmasına aptalca bakakalmışlardır. Diyalektik oyunlarını bozuyor.
Öyledir ama, felakete çok yaklaştık.
Bu büyük, örgütlü, bilinçli barış faktörünün savaşı önlemesi neye bağlı?
Öcalan’ın özgürlüğüne…
Bunu artık teknolojik karşı-devrimin ne olduğunu bilen 69 Nobel ödüllü akademisyen ilan ediyor. Bilimsel içgüdü harekete geçmiştir. İskoçya’da işçi sınıfının sendikal örgütleri haykırmakta. Avrupalı Kürt olmayan kadınlar, Kürt kadınlarıyla Öcalan’a özgürlük için buluşmaya hazırlanıyor. “Kızıl Yıldız"cı her milletten genç sokaklarda günler boyunca yürüyor.
İnsanlığın en akıllı olanları tehlikeyi ve onu önlemenin çaresini biliyor.
“Öcalan’a özgürlük” hamlesinin ikinci yılına girmek üzereyiz.
Artık yürümek yetmez, koşmalıyız.