Kobanî davası, Kürt’e siyaset yasağının adıdır
Ahmet KAHRAMAN yazdı —
- “Kobanî davası” adı altında dava açtılar. Ortada hiç bir kanıt, suçun tanığı, delilin emaresi olmadığı halde, televizyon ekranlarında “terörist”, meydanlarda “katiller” diye naralanarak ceza kesiliyordu. Yanıldıklarını gördüler. Kürtler yılmamış, korkup sinmemişlerdi. Bu bir gerçekti.
Recep Erdoğan için, her şey, o ”kudumsuz” 17 aralık 2013 günü sabahında oldu. “Çok demokrat, fena halde adalet bağımlısı ve de aşırı şekilde adil, haksever” ve bu nedenle alnı göklerde çalımla dolaşırken, o gün sabah güneş zerîkleşirken “zınk” yerinde mıhlanmış, başı öne düşmüş. Van gezisine hazırlanırken Başbakanlık merdivenlerinde, “karizması yarılmış” bir perişan adam oluvermişti.
O an boynu kısılmış, dünyadan gizlenmek istercesine başını kalkan omuzları arasına gömmüş, telefonu kulağına dayamıştı. Ama ruhunu saran korkunun şokundan, çıkmaza sıkıştırılmışlığın çaresizliğinden ve/veya elden giden karizmanın derdinden mi bilinmez, sesi aniden tıkanıp kısılmıştı. Konuşmak istiyor, lakin horoza özenen tavuğun çiğ çığlığını andıran, tuhaf bir sedayla, Bilal’ine “imdat oğlum, imdat” demeye, laf anlatmaya çalışıyor, anlaması için tekrar yapıyordu:
“Polis, İçişleri Bakanı Muammer’in oğlu ve Zafer’in oğlunu tutuklamış. Evdeki paraları sıfırla."
“Ne parası babacım, evde senin paraların var.”
“Hah, onu diyorum oğlum.”
Erdoğan, saltanatının daha başlarında düşmüş, bitmişti sanki.
Kirden kararmış paraları yıkamakla görevlendirilmiş 29 yaşındaki İranlı Reza Zarrab’a ifşa olmuştu. Bağlantıları karanlıktan ışığa çıkarılmıştı. Olayın salt ucu değil, gövdesi de Erdoğan’ın görkemli sarayına uzanıyordu.
Çünkü Zarrab, “gibi”si fazla, aileden biriydi. Türk devletinin bankasıyla işbirliği halinde altın nakliyatını yaparken, bu arada iktidar sosyetesini de arpalayıp beslemişti. Erdoğan’ın, onu “hayırsever iş adamı” diye dünyaya tanıtması bu yüzdendir. Anlatımına göre hayratından Erdoğan’ın sevgili eşi Emine hanım da faydalanmış, derneğinin hesabına tas tamam 4,5 milyon dolar yatırılmıştı.
Bu, kınamayın Erdoğan’ı. Sesini kaybetmekte haklıydı.
Neyse ki kısa zamanda toparlanıp güç topluyor ve karşı atakla vuruşuyordu. Savcılar, Bilal’inin peşine düştüklerinde, onu yanına alıp fotoğraf çektiriyor ve “gücü olan gelsin yakalasın” diye naralanıyordu.
Bu, “güç bende” demekti. “Hukuka paydos, geçerli olan benim buyurduğum” demek...”
Nitekim, o günden sonra çark böyle işlemeye başladı. Tutuklananlar serbest bırakıldı, yatak odalarına istiflenen, ayakkabı kutularına yerleştirilen paralar edinene iade edildi. Bir süre sonra düzen toptan değişti. Batı’yla ilişkiler koparıldı.. Erdoğan, Türk ırkçılığının militer damarı askerler ve onların sivil kanlı kanadı MHP ile bütünleşti. Türk İslam faşizmi diktatörlüğü kuruldu. “Türk tipi demokrasi” için de olsa, geçmişte DP ve ardından gelen militer tüm darbecilerle mücadele geleneğine sahip CHP, soykırım artığı bir Dersimlinin önderliğinde, dümeni sağa kırdı. Türk ırkçılığının sembolünü havada döndüre döndüre teslim oldu. Muhalefeti, “o çirkin, ben güzelim” söylemine indirdi. Kürtlerle savaş cephesine katıldı.
Muhalefet olarak bir tek, Türk Anayasasına uygun kurulup işleyen, Selahattin Demirtaş önderliğindeki Kürt siyasal hareketi kaldı.
Irkçı dikta Kürtlerle girişilen barış diyaloğunu kesti. Şehirleri kuşatıp tanka, topa, füzelere tutup uçaklarla bombalatarak kırım ve yıkımlar yaptı. "Nerede başı dik bir kürt varsa oraya kadar" diye diye, bölge boyunca Kürt avı başladı. İslamo faşist çetelerle (IŞİD) işbirliği ile bölge boyunca Kürt kazanımlarına saldırdı.
Sınırın hemen öte yakasındaki Kürt şehri Kobanî IŞİD görünümlü saldırı altında, Kürtler bu yakadaki Suruç tepelerinde toplanmış, kardeşleri dayı ve amcalarının katlini seyrediyorlardı. Katillerin Türk askerleriyle sarmaş dolaş hallerini görüyor, lojistik desteği seyrediyorlardı. Derken, 6 Ekim 214 tarihinde öfke patlaması başladı. Kürtler protesto gösterilerine geçtiler. Erdoğan’ın, müjde verir gibi “Kobanî düştü düşüyor” demesi üzerine, Kürtlerin oy verdiği HDP halkı protesto için sokağa çağırıyordu.
Anayasaya göre, göstericileri koruması gereken artık düşmandı. Düşman gördükleri Kürtlere kılıç çekmiş, kiralık Hüdaparlılar ve benzeri para-militer güçleri üstlerine salmışlardı. Kürt iş yerleri, evleri talan edildi. 46 kişi katledildi. Tabii ki düşmanı öldüren hiç bir katil yakalanmadı. Kimse hakkında soruşturma da açılmadı. Ama saldırıya uğrayan Kürtler suçluydu. Halkı, anayasal hak olan gösteri için sokağa çağıran Demirtaş ve arkadaşları diktatörlük kuralı gereğince vatan haniydi. Kürtleri korkutup susturmak adına, Demirtaş ve seçilmiş arkadaşlarını tutukladılar. Olaydan altı yıl sonra, “Kobanî davası” adı altında dava açtılar.
Ama cezaları önceden kesilmişti: Recep Erdoğan, ortada hiç bir kanıt, suçun tanığı, delilin emaresi olmadığı halde, televizyon ekranlarında “terörist”, meydanlarda “katiller” diye naralanarak ceza kesiyordu.
Yanıldıklarını gördüler. Demirtaş ve arkadaşları teslim olmadı. Kürtler yılmamış, korkup sinmemişlerdi. Bu bir gerçekti.