Sözün bittiği yer (mi?)
Cihan DENİZ yazdı —
- Hala iktidarların en büyük korkusu söz ve onun ete kemiğe büründüğü direniştir. Öyle olmasa genelde dünyada özelde Türkiye’de iktidar sahipleri sözün gücünü kırmak için, bu sözün taşıyıcısı ezilenlerin direnişlerini ve mücadelelerini tasfiye etmek için bu kadar çaba sarf etmezdi.
- Onlar iyi biliyor ki, iktidarların hayal ettiği gibi sözün bittiği yerde değil, tersine en güçlü olduğu, hakikatin gücüne dayanan sözün tüm bir bozkırı ateşe verecek güçte olduğu bir yerdeyiz. Korkuları bu yüzden. Haksız da değiller çünkü unutulmasın ki: Başlangıçta SÖZ vardı ve SÖZ her zaman direnenlerle birlikteydi…
DEM ve TİP milletvekillerini Meclis’te yapılan bir oturumda iktidarın en nefret ettiği şeyi yani “hakikati” dile getirdikleri, iktidarın gerçeğini tüm çıplaklığıyla onların yüzlerine vurdukları bir sırada maruz kaldıkları saldırı “Türk” siyasetinin gerçeğini bir kez daha ortaya koydu.
“Türk” siyasetinde ne ilk ve öyle görünüyor ki ne de son olacak bu saldırı hakkında çok şey söylenebilir.
Burada bu saldırının bir başka boyutu üzerinde durulacaktır.
Saldırı sonrası bir kesimde “sözün bittiği yerdeyiz” benzeri yorumlar yapıldı. Aslında bu eylemle iktidarın tam olarak bizde uyandırmak istediği etki, bize söyletmek istediği şey budur.
Etik bir alacakaranlık kuşağı olan ve kimsenin yalancı olarak görmeden gerçeği gizlememize müsaade eden bir “hakikat-sonrası” çağda yaşıyoruz. Hakikat ve yalan, ahlak, olan ve olmayan arasındaki çizgilerin kaybolduğu bu “hakikat-sonrası” çağ, zaten her dönem hakikatin baskılanmasına, yalana, çarpıtmaya dayanan iktidarcı anlayışın zirvesidir. Bu dönemin en büyük farkı, bu dönemin “hakikat- sonrası” çağ olarak da adlandırılması da bu nedenledir, bizzat “hakikat” kavramının, ne olduğundan bağımsız, kendisinin hedef alınarak toplumsal, siyasi yaşamın ve hatta bireysel yaşamın dışına atılmasıdır. Buna bağlı olarak da bu dönemin en önemli özelliklerinden biri de, bireyde ve bir bütün olarak da toplumun genelinde “hakikat” hissinin, yani hakikati isteme, onun için mücadele etme, onu koruma hissinin zayıflaması veya kaybolmasıdır. “Hakikat hissi” zayıfladıkça tüm özgür insan faaliyetlerinin merkezinde olan “şaşırma” duygusu da yitirilmektedir. Şaşırmanın temeli olan “hakikat hissi” olmadığında, diğer bir ifade ile insanın karşılaştığı söz ve eylemleri değerlendirebileceği zemin ortadan kalktığında, artık her şey normal gelmeye başlar.
Şaşırmanın kendisinin şaşırtıcı bir meziyet olduğu, dolayısıyla da her şeyin normalleştiği bir yerde de ne direniş olur ne de mevcudu değiştirmek için mücadele.
Bugün de Türkiye’de yapılmak istenen tam olarak budur.
Bir taraftan her yandan “hakikat” baskı altına alınarak, onun yerine her hangi bir iç tutarlılığı olmayan ve sürekli de aslında kendi kendini yalanlayan bir yalanlar seti geçirilerek Türkiye’de toplumdaki “hakikat hissi” hedeflenmekte ve bu şekilde olan bitene hiçbir şeye kimsenin şaşırmadığı bir yapı kurulmak istenmektedir.
Gerçekten de öyle bir noktaya gelindi ki; şaşırma için sözlerin, eylemlerin değerlendirilmesinin dayanağı hakikatin ortadan kaldırıldığı bir ülkede artık siyasetçi, gazeteci, akademisyen, hukukçu kılığındaki insanların yaptıkları, söyledikleri hiçbir şey kimseye garip gelmez oldu.
İktidarın en çok normalleştirmeye ve onun üzerinden gücünü korumaya çalıştığı konu şiddet konusudur.
Özellikle bu iktidar döneminde öyle bir noktaya gelindi ki evin içinde, sokakta, okulda, hastanede, hapishanede, eylemde Alevilere, Kürtlere, kadınlara, gençlere, LGBTİ+’lara, emekçilere ve diğer tüm ezilen kesimlere ve en son hayvanlara yönelik şiddetin her şekli Türk siyasetinin ve toplumsal yaşamının adeta değişmez bir özelliği oldu.
Bu yolla ezilenlerin ve toplumun tüm kesimlerinin zihninde şiddet normalleştirmek istenmektedir. Daha da önemlisi farklı adlar ile bu şiddet biçimlerinin faillerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan sistemin “kudreti” zihinlere kazınmak istenmektedir. Doğal olarak da asıl amaç şiddetin normalleştiği, yaşananların adeta bir kader gibi kabul edildiği ve böylece de bu şiddetin faillerinin gücüne boyun eğildiği ve de direnişin ve mücadelenin olmadığı bir ülkedir.
Bir Cumhurbaşkanı danışmanının "Burası TBMM, dingonun ahırı değil, hakaret edersen cevabını da alırsın” şeklindeki yorumu ile çok net görüleceği gibi, iktidar tüm topluma onların hakaret dediği aslında sadece hakikatin yalın bir dille dile getirilmesi olan söze cevaplarının şiddet olacağı mesajını vermektedir.
Aslında “hakikat-sonrası” dönemde bile iktidar sahipleri ne kadar çabalasa çabalasın, söz ve hakikat umduklarının tam aksine hala çok güçlü olmaya ve değiştirici ve dönüştürücü gücünü korumaya devam etmektedir. Hala iktidarların en büyük korkusu söz ve onun ete kemiğe büründüğü direniştir. Öyle olmasa genelde dünyada özelde Türkiye’de iktidar sahipleri sözün gücünü kırmak için, bu sözün taşıyıcısı ezilenlerin direnişlerini ve mücadelelerini tasfiye etmek için bu kadar çaba sarf etmezdi.
Ama en iyi onlar biliyor ki, iktidarların hayal ettiği gibi sözün bittiği yerde değil, tersine en güçlü olduğu, hakikatin gücüne dayanan sözün tüm bir bozkırı ateşe verecek güçte olduğu bir yerdeyiz.
Korkuları bu yüzden.
Haksız da değiller çünkü unutulmasın ki: Başlangıçta SÖZ vardı ve SÖZ her zaman direnenlerle birlikteydi…